Sultan Mahmut kıyafet değiştirip, beraberinde sadrazamı ile halkı teftişe çıkmış. Dolaşırken bir kahvehaneye girip oturmuşlar. Bakmışlar müşteriler kahvehaneciye seslenip duruyor: "Tıkandı Baba, çay getir"; "Tıkandı Baba kahve getir". Tıkandı Baba lakabı Sultan Mahmut'a ilginç gelmiş. Merak edip kahvehaneciyi çağırmış. Kahvehaneci gelince:
- Baba sana neden "Tıkandı Baba" derler?
Hele otur da anlat, demiş.
Tıkandı Baba başlamış anlatmaya:
28 Ocak 2015 Çarşamba
27 Ocak 2015 Salı
Nalinci Baba ve Sultan 4. Murat (padisahin isi ne)
Nalinci baba turbesi istanbul |
- Hayrola sultanım canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah.
- Hayır mı şer mi öğreneceğiz. Hazırlan dışarı çıkıyoruz.
23 Ocak 2015 Cuma
Turgut Özal ın Has emri.
Yavuz Sultan Selim Han tarafından 1517 senesinde Abbasilerden alınan Halifelik (İslam sancağı) ve Kutsal emanetler Osmanlı Devletine geçmişti. Padişah Kutsal emanetleri getirirken bu değerlere gözü gibi bakacağına ve onları koruyacağına söz vermişti. Öyle ki Getirilen emanetler Sarayın en gözde köşesine yerleştirildi. Bu emanetlerin korunması için çok çaba sarf edildi. Kutsal emanetler bölümüne giren kişilerin kıyafetlerinin temiz olmasına, toz ve yabancı maddelerin girmemesine dikkat edilirdi. Yavuz Sultan Selim Han Kutsal emanetler için şu görüşteydi; her bir Kutsal emaneti meleklerin koruduğu düşüncesinde idi. Kendisi bir gelenek başlattı. Daha sonra ise 40 hafız ın 24 saat aralıksız Kuran-ı Kerim okumasını ve bunun ebediyen sürdürülmesini emretti. Yavuz un bu emri 1924 yılına kadar sürdü. Saltanatın kaldırılmasıyla Topkapı sarayının Has oda denilen bölümünde aralıksız okunan Kuran-ı Kerim sesi de sustu. Bu sessizliği.1991 yılında Turgut Özal bozdu. Turgut Özal ın emri ile Bu adet tekrar yerine getirildi. Topkapı Sarayı Kutsal emanetler bölümünde Kur'an okunmaya başladı. Has Oda'da. Şu an hâlen ziyâretçiler, Kur'an mûsukîsi dinleyerek ziyâretlerini yapıyorlar..
22 Ocak 2015 Perşembe
Osmanlı Devlitinin Özeti "Topkapı Sarayı"
Fatih Sultan Mehmed’in 1453 yılında İstanbul’u fethetmesinden sonra 1460 yıllarında yapımına başlanan ve 1478 yılında tamamlanan Saray; 700.000 metrekarelik bir alan üzerine kurulmuştur. Fatih Sultan Mehmed’den itibaren otuzbirinci padişah Sultan Abdülmecid’e kadar yaklaşık dört yüz yıl süreyle imparatorluğun idare, eğitim ve sanat merkezi olarak kullanılmıştır. 19.yüzyılın ortalarında hanedanın Dolmabahçe Sarayı’na taşınması ile terkedilmiş olmasına rağmen önemini her zaman korumuştur.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra, 3 Nisan 1924 yılında müze haline getirilen ve Cumhuriyet’in ilk müzesi olan Topkapı Sarayı Müzesi, günümüzde yaklaşık 400.000 metrekarelik bir alan kaplamaktadır. Kara tarafından Fatih’in yaptırdığı Sur-i Sultani, deniz tarafından ise Doğu Roma surları ile şehirden ayrılan Topkapı Sarayı, mimari yapıları, koleksiyonları ve yaklaşık 300.000 arşiv belgesi ile dünyanın en büyük saray-müzelerinden biridir.
21 Ocak 2015 Çarşamba
Mimar Sinan ın sorumluluk duygusu
Şehzadebaşı camii İstanbul |
Mimar Sinan ın eseri olan Şehzadebaşı Cami´nde sene 1990 larda retorasyon çalışması sırasında görevli inşaat mühendisi yaşadığı olayı şöyle anlatıyor.
Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşa edildiğini öğrenmiştik fakat taş kemer inşası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Kalıbı yaptık. Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık.
Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşa edildiğini öğrenmiştik fakat taş kemer inşası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Kalıbı yaptık. Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık.
Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kâğıt vardı. Şişeyi açıp kâğıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu:
“Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum.”
“Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum.”
Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu´nun neresinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşasını anlatıyordu.
Bu mektup bir inşanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insanüstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kâğıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur.
Yapıtlarıyla birlikte, kişiliğine de hayran kalmamak elde değil. Umarım birçoğumuza örnek olur.
Bu mektup bir inşanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insanüstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kâğıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur.
Yapıtlarıyla birlikte, kişiliğine de hayran kalmamak elde değil. Umarım birçoğumuza örnek olur.
19 Ocak 2015 Pazartesi
700 yıl önce keşif edilen bilim."Deve kuşu yumurtası"
Devekuşu yumurtası |
Deve kuşu yumurtası Süleymaniye |
Avizelere asılmış deve kuşu yumurtaları |
Süleymaniye cami avize lerde deve kuşu yumurtaları |
17 Ocak 2015 Cumartesi
Film degil gercek, Galiçya cephesi Kayserili Ali Onbaşı
I.Dünya savaşında, Osmanlı Ordusunun Ruslarla savaştığı cephelerden biri olan Galiçyada, Meşhur 15 Eylül 1916 taarruzuna hazırlık yapmakta olan sahra bataryalarımızdan biri Ulu Dağın tepesine bir gözcü göndermek mecburiyetinde...
Gözcü, bu tepenin arkasında mevzilenmiş olan Rus askerinin durumunu, siperinden hücuma geçtiği takdirde uzanıp giden sırtın üzerindeki irili ufaklı tepelerin hangisinin arasından geçebileceğini, dalları arasında saklı bulunduğu bir çam ağacının tepesinden telefonla bildirecek. Tabii, kaderde tepenin arkasında mevzilenmiş ve her an dağın tepesinde bir Osmanlı hücumu için dikkat kesilmiş olan Rus askerinin kurşun yağmuruna hedef olmak da var. Batarya kumandanı sordu:
-Bu fedakarlığı, gönüllü olarak gösterecek?
-Ben hazırım kumandanım!..
Herkesten önce ortaya atılan Kayserili Ali Onbaşı, elindeki telefonu ve bir kucak kablosu ile, kumandanı ve arkadaşlarına veda ederek, öbür tarafı meçhul olan tepeye doğru tırmandı. Her tarafı görebilecek bir yere kadar tırmandıktan sonra, tepeye hakim bir çam ağacının file kadar sık dalları arasına yerleşerek telefonunu kurup, aşağıdaki bataryası ile irtibatını sağladı.
Ne var ki, Ali Onbaşı geç kalmıştı. Onun, dalları arasında saklandığı çamın üç yüz metre yakınına kadar tırmanmış olan Rus bölüğü, birkaç dakika sonra bulunduğu yeri tutacak ve Ali Onbaşıyı, hiç olmazsa telefonunu kablosunu görerek kıskıvrak yakalayacaklardı... Bu durumu olduğu gibi kumandanına bildiren Ali Onbaşı, Rus birliğinin yaklaştığını fakat yerini asla bırakmayacağını telefonun ahizesine fısıldadı ve ilave etti:
-Kumadanım, şimdi vereceğim mesafeye bataryanın namlusunu çevirin ve bütün kuvvetinizle yüklenin. Bana gelince, şu anda hayatımın en mesut dakikalarını yaşadığıma inanıyorum. Çünkü bu çam ağacının dalları arasında ben, iki büyük şerefte birine namzedim; ya şehid, yahut gazi olmak!..
Dağın eteklerine kadar uzanan tarlaların içindeki dikenlerin arasında saklı duran 4 bataryaya kumanda eden Yüzbaşı, ona, gayet sakin konuşmasını, hatta mümkünse sıyrılıp aşağı inerek kendisini kurtarması için daha emin bir yere gizlenmesini bildirdiyse de Ali Onbaşı:
-Merak etme kumandanım, bu tehlike benim için asla mühim değil, dedi ve şunları ilave etti:
-Peygamber Efendimiz şehidliği o kadar yüksek bir makam olarak ilan etmiş ki, bizzat kendileri bile vefat ettikten sonra yeniden dirilerek tekrar şehid olmayı arzu ettikleri ni beyan buyurmuşlardır.
Ali Onbaşının, Yüzbaşının gözlerini yaşartan bu cümleleri burada kesildi. Ne kadar uğraşıldıysa da, tek kelime ses alınamadı. Bir müddet hayat işareti bile görülemedi. Neden sonra Batarya kumandanının telefonu arı vızıltısına benzeyen işaretini verdi:
-Alo! Kumandanım siz misiniz?
-Benim Ali Onbaşı, ne oldu öyle birden susuverdin?
-Kumandanım, ben sizinle konuşurken, dalları arsına saklandığım çamın dibine Rus askeri geldi.
-Sonra?
-Burada birer sigara sardılar. Ne konuştuklarını anlayamadım, fakat sizin durumunuzu çalıların arasından iyice tetkik ettikleri muhakkak. Ben de Alay Müftüsü dedemin yaptığı gibi Fetih suresini okumaya başladım. Tam sure biterken onlar da kalkıp, 200 metre sağımda mevzilenmiş olan Rus birliğine doğru gittiler. Zannederim, en çok yarım saat içinde taarruza geçecekler...İşte kumandanım! Rus bölüğü mevzilerinden çıktı bile, kapalı ormanda ilerliyor. Şimdi mesafe veriyorum, dikkat edin..
Ali Onbaşı, müthiş bir soğukkanlılık içinde, batarya toplarına mesafe tahminini bildirdikten sonra, ortalığın sessizliğini Türk bataryalarından bir topun gürültüsü ansızın yırtıverdi. İlk mermi, orman içinde sessizce ilerleyen Rus bölüğünün önüne düşmüştü. Rus kumandanı bunu bir tesadüf sandı. Çünkü, bir Müslümanın, hayatı pahası na da olsa, hemen yanlarındaki bir ağaçta bulunabileceğini aklına bile getirmemişti. Ali Onbaşı tekrar mesafe verdi:
-Kumandanım elli metre daha uzatın! İkinci gümbürtünün dağlara doğru yayılan aksi sadası henüz bitmemişti ki, Ali Onbaşının sesi tekrar duyuldu:
-Kumandanım tam isabet, bütün batarya aynı hedefe!..O gün ikindiden sonra başlayan 15 Eylül taarruzu, ortalığı karanlık kaplayıncaya kadar devam etti. Ne var ki bir ara:
-Kumandanım, benim çamı kollayın! Dediği duyulan Ali Onbaşıdan ses seda kesildi. En tehlikeli anlarda bile namazını bırakmayan, Alay Müftüsünün torunu Ali Onbaşının akıbetinden endişe eden kumandanı, onun için sabaha kadar gözyaşı döktü. Henüz şafak sökerken, bataryası ile birlikte allak bullak ettiği dağın eteklerine doğru tırmanarak onu aramaya başladı. Fakat az ileride onu görünce büyük bir sevince kapıldı. Kumandanı, Ali Onbaşıyı ne vaziyette buldu dersiniz?
Bir şarapnel parçası darbesiyle elinden fırlayan telefon kutusunu kaybedince, sabaha kadar çam ağacının dalları arasında sabırla bekleyen Ali Onbaşı, gözünün önü aydınlanır aydınlanmaz, güllenin açtığı çukurların birinden fışkıran sulardan abdest alarak namaza durmuştu. O, bizim hissedemeyeceğimiz derin bir manevi haz ve huşû içinde sabah namazını eda ediyordu.
Gözcü, bu tepenin arkasında mevzilenmiş olan Rus askerinin durumunu, siperinden hücuma geçtiği takdirde uzanıp giden sırtın üzerindeki irili ufaklı tepelerin hangisinin arasından geçebileceğini, dalları arasında saklı bulunduğu bir çam ağacının tepesinden telefonla bildirecek. Tabii, kaderde tepenin arkasında mevzilenmiş ve her an dağın tepesinde bir Osmanlı hücumu için dikkat kesilmiş olan Rus askerinin kurşun yağmuruna hedef olmak da var. Batarya kumandanı sordu:
-Bu fedakarlığı, gönüllü olarak gösterecek?
-Ben hazırım kumandanım!..
Herkesten önce ortaya atılan Kayserili Ali Onbaşı, elindeki telefonu ve bir kucak kablosu ile, kumandanı ve arkadaşlarına veda ederek, öbür tarafı meçhul olan tepeye doğru tırmandı. Her tarafı görebilecek bir yere kadar tırmandıktan sonra, tepeye hakim bir çam ağacının file kadar sık dalları arasına yerleşerek telefonunu kurup, aşağıdaki bataryası ile irtibatını sağladı.
Ne var ki, Ali Onbaşı geç kalmıştı. Onun, dalları arasında saklandığı çamın üç yüz metre yakınına kadar tırmanmış olan Rus bölüğü, birkaç dakika sonra bulunduğu yeri tutacak ve Ali Onbaşıyı, hiç olmazsa telefonunu kablosunu görerek kıskıvrak yakalayacaklardı... Bu durumu olduğu gibi kumandanına bildiren Ali Onbaşı, Rus birliğinin yaklaştığını fakat yerini asla bırakmayacağını telefonun ahizesine fısıldadı ve ilave etti:
-Kumadanım, şimdi vereceğim mesafeye bataryanın namlusunu çevirin ve bütün kuvvetinizle yüklenin. Bana gelince, şu anda hayatımın en mesut dakikalarını yaşadığıma inanıyorum. Çünkü bu çam ağacının dalları arasında ben, iki büyük şerefte birine namzedim; ya şehid, yahut gazi olmak!..
Dağın eteklerine kadar uzanan tarlaların içindeki dikenlerin arasında saklı duran 4 bataryaya kumanda eden Yüzbaşı, ona, gayet sakin konuşmasını, hatta mümkünse sıyrılıp aşağı inerek kendisini kurtarması için daha emin bir yere gizlenmesini bildirdiyse de Ali Onbaşı:
-Merak etme kumandanım, bu tehlike benim için asla mühim değil, dedi ve şunları ilave etti:
-Peygamber Efendimiz şehidliği o kadar yüksek bir makam olarak ilan etmiş ki, bizzat kendileri bile vefat ettikten sonra yeniden dirilerek tekrar şehid olmayı arzu ettikleri ni beyan buyurmuşlardır.
Ali Onbaşının, Yüzbaşının gözlerini yaşartan bu cümleleri burada kesildi. Ne kadar uğraşıldıysa da, tek kelime ses alınamadı. Bir müddet hayat işareti bile görülemedi. Neden sonra Batarya kumandanının telefonu arı vızıltısına benzeyen işaretini verdi:
-Alo! Kumandanım siz misiniz?
-Benim Ali Onbaşı, ne oldu öyle birden susuverdin?
-Kumandanım, ben sizinle konuşurken, dalları arsına saklandığım çamın dibine Rus askeri geldi.
-Sonra?
-Burada birer sigara sardılar. Ne konuştuklarını anlayamadım, fakat sizin durumunuzu çalıların arasından iyice tetkik ettikleri muhakkak. Ben de Alay Müftüsü dedemin yaptığı gibi Fetih suresini okumaya başladım. Tam sure biterken onlar da kalkıp, 200 metre sağımda mevzilenmiş olan Rus birliğine doğru gittiler. Zannederim, en çok yarım saat içinde taarruza geçecekler...İşte kumandanım! Rus bölüğü mevzilerinden çıktı bile, kapalı ormanda ilerliyor. Şimdi mesafe veriyorum, dikkat edin..
Ali Onbaşı, müthiş bir soğukkanlılık içinde, batarya toplarına mesafe tahminini bildirdikten sonra, ortalığın sessizliğini Türk bataryalarından bir topun gürültüsü ansızın yırtıverdi. İlk mermi, orman içinde sessizce ilerleyen Rus bölüğünün önüne düşmüştü. Rus kumandanı bunu bir tesadüf sandı. Çünkü, bir Müslümanın, hayatı pahası na da olsa, hemen yanlarındaki bir ağaçta bulunabileceğini aklına bile getirmemişti. Ali Onbaşı tekrar mesafe verdi:
-Kumandanım elli metre daha uzatın! İkinci gümbürtünün dağlara doğru yayılan aksi sadası henüz bitmemişti ki, Ali Onbaşının sesi tekrar duyuldu:
-Kumandanım tam isabet, bütün batarya aynı hedefe!..O gün ikindiden sonra başlayan 15 Eylül taarruzu, ortalığı karanlık kaplayıncaya kadar devam etti. Ne var ki bir ara:
-Kumandanım, benim çamı kollayın! Dediği duyulan Ali Onbaşıdan ses seda kesildi. En tehlikeli anlarda bile namazını bırakmayan, Alay Müftüsünün torunu Ali Onbaşının akıbetinden endişe eden kumandanı, onun için sabaha kadar gözyaşı döktü. Henüz şafak sökerken, bataryası ile birlikte allak bullak ettiği dağın eteklerine doğru tırmanarak onu aramaya başladı. Fakat az ileride onu görünce büyük bir sevince kapıldı. Kumandanı, Ali Onbaşıyı ne vaziyette buldu dersiniz?
Bir şarapnel parçası darbesiyle elinden fırlayan telefon kutusunu kaybedince, sabaha kadar çam ağacının dalları arasında sabırla bekleyen Ali Onbaşı, gözünün önü aydınlanır aydınlanmaz, güllenin açtığı çukurların birinden fışkıran sulardan abdest alarak namaza durmuştu. O, bizim hissedemeyeceğimiz derin bir manevi haz ve huşû içinde sabah namazını eda ediyordu.
Yine bir Yahudi Oyunu. Bu büyük İslam Kumandanı kim?
Kim bu Peygamber aşığı güzel komutan adını duyunca çok üzüleceksiniz...
Hulefâ-yî Râşid-în devrinin ünlü kumandanlarındandır.
Bazı hadisçiler sahâbî olduğu görüşündedir. Hz. Ebû Bekir döneminde irtidad eden Alkame üzerine müfreze kumandanı olarak gönderildi ve görevini başarıyla tamamladı. Aynı yıl Hâlid b. Velîd'in peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha ile yaptığı Büzâha savaşına katıldı. Ulleys'in ve Übulle'nin fethine Hâlid b. Velid'le beraber iştirak etti. Hîre'nin fethinde de bulundu. Hâlid b. Velid'in emriyle bîr süre Hîre'de kaldı. Daha sonra çeşitli fetihlerde görevlendirildi. Ebû Ubeyde onu Hz. Ömer'in emri üzerine öncü kuvvetlerin kumandanı sıfatıyla Irak'a gönderdi. Kâdisiye öncesi İran fetihlerinde de önemli rol oynadı. Ağvâs'ta cereyan eden savaşta öncü kuvvetlerin başında bulundu, burada gösterdiği gayretler sonucunda savas kazanıldı.Hâlid'in emriyle Suri-ye'deki fetihlere de katıldi, Yermük Savaşı'nda bir süvari birliğinin başında görev yaptı.
Asıl şöhretini Kâdisiye Savaşı'nda elde etti; bu savaşın kazanılmasında onun büyük payının olduğu rivayet edilir. Medâin'in fethinde Kisrâ lIl. Yezdicerd'e ait zırh, kılıç, miğfer gibi teçhizatı ele geçirdi, daha sonra Hz. Ömer'in emriyle Celûlâ Savaşına öncü kuvvetin kumandanı olarak katıldı. Savaşın ardından Hulvân'a giderek bir garnizon tesis etti. Aynı yıl Sa'd b. Ebû Vakkâs kuvvetlerine katılıp onun emrinde çalıştı. Ertesi yıl Humus'a gönderildi ve bu sırada gerçekleştirilen el-Cezîre fetihlerine iştirak etti. Nihâvend'in ve Hemedan'ın fethinde görev aldı. Bir müddet sonra Kûfe'ye yerleşti. Hz. Osman dönemindeki iç karışıklıklarda halifeyi destekledi. Muhalifler Medine'yi kuşatınca Hz. Osman'ın talebi üzerine yardıma gelenler arasında O" da bulunuyordu. Cemel ve Siffîn savaşlarında Hz. Ali'nin saflarında çarpıştı.
Cesaretiyle tanınmış bir komutandı. Hz. Ebû Bekir de onun cesaretinden ve yararlı işlerinden övgüyle söz ederdi. Aynı zamanda şairdi. Şiirleri daha çok savaşlarla ilgilidir. Şiirleri Âsim b. Amr'ın şiirleriyle birlikte Nûrî Hammûdî el-Kaysî ve Hatim Salih ed-Dâmin tarafından yayımlanmıştır.(Mecelletü Külliyyeti'l-âdâb Câmi'atü Bağdâd, sy. 31 (Bağdad 1981) s. 205-251)
Evet bu buyuk komutan in adi Ka'ka (r.a) dir. Yahudilerin çok korktuğu ve çocuklarina kim oldugunu, pis kokan diskilarini gostererek iste budur dediler. Yahudilerin bir oyunuyla adı dışkı adı olarak kaldı. Rabbim bilincsiz işlenen günahlarımızı affetsin.AMİN.
Hulefâ-yî Râşid-în devrinin ünlü kumandanlarındandır.
Bazı hadisçiler sahâbî olduğu görüşündedir. Hz. Ebû Bekir döneminde irtidad eden Alkame üzerine müfreze kumandanı olarak gönderildi ve görevini başarıyla tamamladı. Aynı yıl Hâlid b. Velîd'in peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha ile yaptığı Büzâha savaşına katıldı. Ulleys'in ve Übulle'nin fethine Hâlid b. Velid'le beraber iştirak etti. Hîre'nin fethinde de bulundu. Hâlid b. Velid'in emriyle bîr süre Hîre'de kaldı. Daha sonra çeşitli fetihlerde görevlendirildi. Ebû Ubeyde onu Hz. Ömer'in emri üzerine öncü kuvvetlerin kumandanı sıfatıyla Irak'a gönderdi. Kâdisiye öncesi İran fetihlerinde de önemli rol oynadı. Ağvâs'ta cereyan eden savaşta öncü kuvvetlerin başında bulundu, burada gösterdiği gayretler sonucunda savas kazanıldı.Hâlid'in emriyle Suri-ye'deki fetihlere de katıldi, Yermük Savaşı'nda bir süvari birliğinin başında görev yaptı.
Asıl şöhretini Kâdisiye Savaşı'nda elde etti; bu savaşın kazanılmasında onun büyük payının olduğu rivayet edilir. Medâin'in fethinde Kisrâ lIl. Yezdicerd'e ait zırh, kılıç, miğfer gibi teçhizatı ele geçirdi, daha sonra Hz. Ömer'in emriyle Celûlâ Savaşına öncü kuvvetin kumandanı olarak katıldı. Savaşın ardından Hulvân'a giderek bir garnizon tesis etti. Aynı yıl Sa'd b. Ebû Vakkâs kuvvetlerine katılıp onun emrinde çalıştı. Ertesi yıl Humus'a gönderildi ve bu sırada gerçekleştirilen el-Cezîre fetihlerine iştirak etti. Nihâvend'in ve Hemedan'ın fethinde görev aldı. Bir müddet sonra Kûfe'ye yerleşti. Hz. Osman dönemindeki iç karışıklıklarda halifeyi destekledi. Muhalifler Medine'yi kuşatınca Hz. Osman'ın talebi üzerine yardıma gelenler arasında O" da bulunuyordu. Cemel ve Siffîn savaşlarında Hz. Ali'nin saflarında çarpıştı.
Cesaretiyle tanınmış bir komutandı. Hz. Ebû Bekir de onun cesaretinden ve yararlı işlerinden övgüyle söz ederdi. Aynı zamanda şairdi. Şiirleri daha çok savaşlarla ilgilidir. Şiirleri Âsim b. Amr'ın şiirleriyle birlikte Nûrî Hammûdî el-Kaysî ve Hatim Salih ed-Dâmin tarafından yayımlanmıştır.(Mecelletü Külliyyeti'l-âdâb Câmi'atü Bağdâd, sy. 31 (Bağdad 1981) s. 205-251)
Evet bu buyuk komutan in adi Ka'ka (r.a) dir. Yahudilerin çok korktuğu ve çocuklarina kim oldugunu, pis kokan diskilarini gostererek iste budur dediler. Yahudilerin bir oyunuyla adı dışkı adı olarak kaldı. Rabbim bilincsiz işlenen günahlarımızı affetsin.AMİN.
16 Ocak 2015 Cuma
Endülüs lü Muyyiddin İbn Arabi ve Öğrencileri
Endülüs lü Muhyiddin İbn Arabi
1164 yılında Endülüs te doğdu.8 yaşına kadar çok iyi dini bilgilere sahip olduğu bilinmektedir, aynı zamanda bilimle uğraştı. Kitaplar yazdı. Yazdığı kitaplardaki edindiği bilğilerin manevi yoldan kazandığını vurguladı ve bunun kendisine verilmiş bir lutüf olduğunu söyledi. İlim yayma yolunda bir çok şehirlere gidip ilim yaydı. İlim kitaplarından Hristiyanlarında faydalandığı bilinmektedir. Şu an Pakistan da hala geçerli olan Manevi ve Birlik inançı olarak bilinen " Ekberi " cemaatinin kurucusudur. Osmanlı devleti kuruluş döneminde Bağdat ve Şam da bulunmuştur. Yazdığı kitaplardan bir çok kişi faydalanmıştır. Kitaplarından faydalanan bazı ünlü hocalar şunlardır. Şeyh Bedrettin, Molla Fenari, Akşemseddin, İdris Bitlisi, Aziz Mahmut Hüdayi, Safranbolulu Mehmet Emin Halveti
Diriliş Ertuğrul dizisinde Muhyiddin İbn Arabi |
Muhyiddin İbn Arabi 1239 da Şam da hayatını kaybetti.
Ekberi Cemaati kurucusu Muhyiddin İbn Arabi |
14 Ocak 2015 Çarşamba
Avrupada Son Kale Endülüs...(Ünlü İspanyol Dansı Flamenko)
ENDÜLÜS; 711 - 1492 yılları arasında İber yarımadasında bulunan, bir dönem Peygamber efendimiz (s.a.v) in sancağını taşımış bir Müslüman Emevi Devleti dir. Burası şimdiki zamanda Avrupa nın güçlü ülkelerinden biri olan İspanya dır. Aslı arap topraklarında bulunan Emevi Devleti , İslamiyetin ilk yüzyıllarında yaşamış bu Müslüman toplum, Halifesi olan Velid Bin Abdulmelik önderliğinde kısa sürede çok güçlendi. Güçlü komutanı olan Tarık Bin Ziyad ı İslamiyeti yayması için İber yarımadasına (İspanya) gönderdi. Güçlü komutan tarihte adı sık geçen Vizigotlar dan burayı aldı ve İslamiyeti tam anlamıyla bu kıtaya yaydı. (Yorum;"Bu Devlet burada varlığını sürdüre bilseydi. Avrupa belkide Müslümandı.") Peki yıkılışı orası daha vahim; devam edelim. Güçlü komutan Tarık Bin Ziyad halifesine bu güzel haberi bildirdi. 711 yılından 750 yılına kadar buranın yönetimini Halifenin yetkilendirdiği Vali ler yönetti. 750 yılında Abbasilerin güçlenip Emevi Devletini yenilgiye uğratıp Arap topraklarından göndermesi üzerine Tarık Bin Ziyad ın İber yarımadasında aldığı yere göç etti ve Emevi Devleti artık Endülüs Emevi Devleti olarak varlığını sürdürmeye başladı. Abbasileri tanımayan Endülüs Emevi Devleti burada kendi halifeleğini tekrar ilan etti. Böylece malesef herkese nasip olmayacak o kutsal makam ikiye bölünmüş olacak hatta ilerleyen zamanlarda Mısırda hüküm süren FATIMİ lerde (İsimlerini Peygamber Efendimizin Kızı Fatıma Zehra dan alırlar) Halifeliğini açıklayacaktı. Bu parçalanmaların Müslüman toplumuna çok büyük zararı olacaktı. Endülüs te son Halife 3.Haşim in 1031 yılında ölümünden sonra Endülüs Emevi Devleti çok sayıda küçük devletleri bölündü. Bu bölünmenin hem toprak bütünlüğünün tehdidine hemde Müslümanlığa çok büyük etkisi oldu. Endülüs etrafında bulunan Hristiyanlar devletleri gözlerini bu küçük devletlere dikecek ve sayısız savaşlarla burayı ele geçirecekti.
İber Yarımadasında kalan son Müslüman Devleti olan GIRNATA Emirliğinin Bayrağı |
Gelibolu Fatihi
Yıl 1914 1.Dünya savaşı başlamak üzere, Osmanlı Devletinin eski gücü yok. Tarihten beri içimize giren nifak tohumları meyvesini vermekte, Padişahın sözü bile dinlenmez durumda, daha varlığımızı bile koruyabilecek gücümüz yokken bu savaşa girmenin amacı ne? 1453 teki gibi bir fatihin mi çıkacağını sanıyorlar? Bütün ahali biliyor ki böyle bir şeyin olmayacağını, Peki ne; Bir macera mı? Malesef bu duruma en mantıklı cevap bu olur sanırım. Tüm yetkileri eline almış bir Paşa ve yandaşları Ülkeyi maceraya sürüklüyor. Kutuplaşmanın, iki taraflılığın biri seçilmeli, bir tarafta İtilaf bloğu İngiltere, Fransa, ve Rusya diğer tarafta zamanın en güçlü ülkesi olarak bilinen Almanya ve yanında Avusturya-Macaristan. Sadrazam ve Hariciye Nazırı Sait Halim Paşa bu savaşı Almanya nın tek başına alabileceğini, Almanya nın yanında olursak bedavadan kazanılmış bir savaş olacağını, böylelikle kısa süre önce kaybettiği toprakları geri alabileceğini düşünüyordu. Sait Halim Paşa 27 temmuz akşamı geç saatlerde Almanya büyük elçisini çağırtmış, Almanya nın hayranı olduğunu bu kutuplaşmada yan yana olmamız gerektiğini, Alman yönetimine bildirmesini istedi. Bu durumdan sadece sadrazam ( Başbakan) Sait Halim Paşa, Harbiye Nazarı (Genelkurmay) Enver Paşa, Dahiliye Nazarı (İç İşleri Bakanı) Talat Paşa ve Meclis Başkanı Halil Bey haberdardır. Malesef Padişah Mehmet Reşad ın haberi çok sonradan olur. Yalnız bizim istememizle olmuyor tabi, Peki Almanlar neden bizi yanında istedi, onlar kendilerinin o kadarda güçlü olmadıklarını biliyordu, savaşın kötü gitmesi durumunda Osmanlı nın bu zamana kadar kullanmadığı bir gücü kullanmak istiyorlardı. Halifenin Cihad çağrısı yapması, Arap Müslümanların takviye kuvvet yapması. Malesef hayalleri suya düşecekti. Şu meşhur söz öğrenilecekti. "Araplar bizi sattı". 03 Ağustos günü Ege Denizinden iki Alman Gemisi (Goben ve Brestlav) girer Marmara ya. Bu iki Alman gemisine Türk iki isim Yavuz ve Midilli adı verilir ve Rusya kıyılarını bombalaması için gönderilir. Bir gecede bir sürü düşmanımız oluvermiştir. Savaş başlamış Almanya şart olarak sunduğu kendi komutanlarından bir grup rütbeli askeri Anadolu ya göndermiştir. Bahriye nazırı Enver Paşa bu Alman askerlere iyi yetkiler vermiş hatta birisini kendinden sonra gelen adam (1.Ordu Komutanı) ilan etmiştir.
Mareşal Otto Liman von Sanders |
Mareşal Otto Liman Paşa nın Almanyadaki mezarı |
Lütfen yazımızı ve sayfamızı beğendiyseniz, bize katkıda bulunmanız için sayfamızı Beğenip Paylaşmanızı isteriz. Teşekkürler...
(Der Sieğer von Gallipoli) GELİBOLU FATİHİ |
12 Ocak 2015 Pazartesi
Leyla ile Mecnun" un Gerçek Hikayesi (Fuzuli)
Leyla çok küçük yaşta bir kız, daha ilkokul çağında iken Kays adında bir delikanlı Leyla yı görür ve bu kıza aşık olur. Kays bu aşkı daha fazla saklayamaz ve Leyla ya olan aşkını itiraf eder, Leyla ise Kays a aynı duygularla karşılık verir. Bu iki genç birbirlerini çok severler. Bu büyük aşkı daha fazla gizleyemezler ve dilden dile kısa zaman içerisinde ilişkilerini duymayan kalmaz. Leyla nın annesi bu ilişkiye şiddetle karşı çıkar. Onları ayırmak için elinden geleni yapar. Kays, Leyla ile gizli gizli buluşmaya devam eder, bunu da anlayan Leyla nın annesi çareyi Leyla yı başka birisiyle evlendirmekte bulur ve en kısa zamanda Leyla yı başka bir erkekle evlendirir. Kays ın bulunduğu şehirden uzak yaşamaları içinde elinden geleni yapar. Kays ise bu durum karşısında deli divane olur. Uzun süre Leyla dan haber alamaz ama hala ilk günkü sevgisi aşkı yüreğindedir. O aşk ile divane gibi her yerde adını sayıklayarak Leylayı aramaya devam eder. Leyla ise istemeyerek evlendiği eşine durumu anlatır, gönlünün olmadığını söyler, türlü bahanelerle eşinden uzaklaşır. Her gün RABBİNE dua eder. Divane Kays ın adı Arapça da anlamı deli olan (Mecnun) diye anılmaya başlar.Kays ın ailesi de Leyla yı unutması için elinden geleni yapar. Babası unutur, bu dertten kurtulur düşüncesi ile onu Kabe ye götürür. Orada dertlerinin azalması için dua etmesi istenir. Kays aksine sevgisinin daha çoğalması, derdinin artması için dua eder. Babasının yanından kaçar ve Leyla yı bulurum düşüncesi ile şehir şehir dolaşır. Leyla nın eşi bir süre sonra ölür. Mecnun bu olanlardan habersiz göz yaşları içerisinde adını sayıklayarak Leyla sını aramaktadır. Günler, Aylar, Yıllar geçer Mecnun çöllerde aşkın bin bir türlü cefasıyla yoğrulmaktadır. Bu sırada dünya ile bütün bağlantısı kesilir ve sadece ruhuyla yaşar hale gelir.Mecnun manevi yönden gerçek Leyla sını bulmuştur.Leyla nın vücudu da dahil olmak üzere bütün maddi varlıklarla ilişkisi bitmiştir. Bir gün çölde Leyla ağlamaktan gözleri kör olmuş Mecnun u bulur ama Mecnun onu tanımaz "Leyla benim içimdedir" der. Mecnun un gerçek Leylasını bulduğunu anlamıştır. Mecnun un bu halini gören Leyla oracıkta hayatını kaybeder. Mecnun göremediği gözlerle ve çıplak eli ile oraya Leyla nın mezarını kazar. Oraya Leyla yı defneder ve kabrinin yanına uzanır orada uzun uzun yatar. Mecnun un oradan kalkması nasip olmaz ve o da oracıkta hayatını kaybeder.
11 Ocak 2015 Pazar
Son İslam Halifesi, Halifelik
HALİFELİK NEDİR.
HALİFELİK NASIL KALDIRILDI.
SON HALİFE ABDULMECİD EFENDİ.
Halifelik, Peygamber efendimiz (s.a.v.) den sonra müslümanların lideri olarak bilinmektedir. İlk Halife bilindiği üzere Hz. Ebubekir (r.a) dir. Bu görevi sırası ile Hz.Ömer (r.a) Hz Osman (r.a) ve Hz.Ali (r.a) yapmıştır.Halifelik son olarak Osmanlı devletine geçmişti.Yavuz SULTAN Selim tarafından alınan halifelik, bu Padişahın görevidir diye kabul edildi. Yavuzdan sonra gelen bütün padişahlar halifelik görevini de yaptılar. Son padişah Vahdettin de bir halife idi fakat 1 Kasım 1922 de saltanat kaldırıldı. peki halifelik ne oldu;
Son HALİFE ABDULMECİD Efendi.
Sultan ABDULAZİZ' in oğlu olarak 29 Mayıs 1868'de İstanbul'da doğdu.1 Kasım 1922'de saltanat kaldırıldı ve Sultan Vahdettin sürgün edildi. Saltanatın sahibi ayni zamanda Halife olduğundan Halifelik makamı da boş kaldı. 18 Kasım 1922 tarihinde alınan kararla Abdulmecid efendi Halife seçildi. Abdulmecid efendi gayet bilgili bir Müslümandı. O biliyordu bir Ülkenin dinsiz yapamayacağını, bu durumun büyük sorunlar çıkaracağını, aradan fazla geçmedi halifeliğin Cumhuriyet yönetiminde buyuk bir ayak bağı olduğu düşüncesi ile 3 Mart 1924 tarihinde bir yasa ile halifelik kaldırıldı. O gece dönemin İstanbul Polis Müdürlünce Abdulmecid efendi apar topar evinden alınarak çatalcaya oradan da ilk tren ile İsviçre ye gönderildi. Kendi imkanları ile oradan Fransa ya geçti. 1943 senesi oldu çok rahatsızlandı. Ülkesinde ölmek istiyordu. Kızı aracığıyla Ülkesine dönmesi için çok uğraştı. İsmet İnönü ye defalarca mektup yazdı. Hiç birine olumlu cevap alamadı. Fazla dayanamadı ve 23 Ağustos 1944 tarihinde son İslam Halifesi hayatini kaybetti. Vasiyeti üzerine cenazesinin Ülkesine gelmesi için izin istendi oda olumsuz karşılandı. Kızı tekrar denedi tekrar olumsuz karşılandı. Tam 10 yıl cenazesinin Fransa da Ülkesine gönderilmek için bekletildiği bilinmektedir. Bu duruma daha fazla dayanamayan kızı babasının vasiyetine rağmen Medine' deki Baki Mezarlığına defnedilmesi için başvuru yaptı ve onaylandı. Bu onayı alınca Son İslam halifesi Abdulmecid efendi buraya defnedildi.ALLAH RAHMET EYLESİN.
10 Ocak 2015 Cumartesi
Türkiyede ilk nufus sayımı
TURKIYE CUMHURIYETI TARIHININ İLK NUFUS SAYIMI ve SONUCLARI
Tarihimizde ilk kez nufus sayimi fikri Osmanlida 1831 yilinda 2.Mahmut doneminde askere cagirilacak erkekler icin yapilmistir.1927 yili Ekim ayinin 28 inde TURKİYE CUMHURİYETİ İlk genel sayimini yapti. Yapılan nüfus sayımına dair çok detaylı bilgiler ne yazik ki net olarak bilinememektir. Ancak yapilan çalışmalar sonucunda ulaştığım bazi veriler sunlardir.
Nüfus sayım tarihi: 28.10.1927
Toplam Nüfus: 13.648.270
İl Sayısı: 63
İlçe Sayısı: 328
Köy Sayısı: 39.901
İL_________NÜFUS
1.İstanbul.........794.444
2.İzmir..............526.065
3.Konya............504.384
4.Balıkesir.........421.066
5.Ankara...........404.720
6.Bursa.............401.595
7.Manisa...........374.013
8.Kastamonu....336.501
9.Sivas..............329.551
10.Malatya........306.882
11.Kütahya........302.436
12.Trabzon........290.303
13.Kocaeli.........286.600
14.Samsun........274.065
15.Erzurum.......270.426
16.Zonguldak....268.909
17.Tokat............263.063
18.Afyon............259.377
19.Kayseri.........251.370
20.Çorum..........247.926
21.Denizli..........245.048
22.Adana..........227.718
23.Bolu.............218.246
24.Gaziantep....215.765
25.Elaziz...........213.777
26.Aydın............212.541
27.Yozgat..........209.474
28.Kars.............204.846
29.Antalya........204.372
30.Şanlıurfa......203.595
31.Ordu.............202.354
32.Diarbekir.......194.316
33.Maraş...........186.855
34.Mardin..........183.471
35.Çanakkale....181.753
36.Muğla............175.390
37.Rize...............171.667
38.Sinop.............169.965
39.Niğde.............166.056
40.Giresun..........165.033
41.Edirne............150.840
42.Çankırı............157.219
43.Eskişehir.........154.332
44.İsparta...........144.437
45.Erzincan..........132.325
46.Tekirdağ..........131.446
47.Aksaray...........127.031
48.Kırşehir...........126.901
49.Gümüşane......122.231
50.Mersin.............119.107
51.Amasya...........114.884
52.Bilecik..............113.660
53.Kırklareli..........108.989
54.Şebinkarahisar.108.735
55.Cebelibereket...107.694
56.Bayazıt..............104.586
57.Siirt...................102.433
58.İçel (Silifke).........90.940
59.Bitlis....................90.631
60.Artvin..................90.066
61.Burdur ................83.614
62.Van.....................75.329
63.Hakari..................24.980
Tarihimizde ilk kez nufus sayimi fikri Osmanlida 1831 yilinda 2.Mahmut doneminde askere cagirilacak erkekler icin yapilmistir.1927 yili Ekim ayinin 28 inde TURKİYE CUMHURİYETİ İlk genel sayimini yapti. Yapılan nüfus sayımına dair çok detaylı bilgiler ne yazik ki net olarak bilinememektir. Ancak yapilan çalışmalar sonucunda ulaştığım bazi veriler sunlardir.
Nüfus sayım tarihi: 28.10.1927
Toplam Nüfus: 13.648.270
İl Sayısı: 63
İlçe Sayısı: 328
Köy Sayısı: 39.901
İL_________NÜFUS
1.İstanbul.........794.444
2.İzmir..............526.065
3.Konya............504.384
4.Balıkesir.........421.066
5.Ankara...........404.720
6.Bursa.............401.595
7.Manisa...........374.013
8.Kastamonu....336.501
9.Sivas..............329.551
10.Malatya........306.882
11.Kütahya........302.436
12.Trabzon........290.303
13.Kocaeli.........286.600
14.Samsun........274.065
15.Erzurum.......270.426
16.Zonguldak....268.909
17.Tokat............263.063
18.Afyon............259.377
19.Kayseri.........251.370
20.Çorum..........247.926
21.Denizli..........245.048
22.Adana..........227.718
23.Bolu.............218.246
24.Gaziantep....215.765
25.Elaziz...........213.777
26.Aydın............212.541
27.Yozgat..........209.474
28.Kars.............204.846
29.Antalya........204.372
30.Şanlıurfa......203.595
31.Ordu.............202.354
32.Diarbekir.......194.316
33.Maraş...........186.855
34.Mardin..........183.471
35.Çanakkale....181.753
36.Muğla............175.390
37.Rize...............171.667
38.Sinop.............169.965
39.Niğde.............166.056
40.Giresun..........165.033
41.Edirne............150.840
42.Çankırı............157.219
43.Eskişehir.........154.332
44.İsparta...........144.437
45.Erzincan..........132.325
46.Tekirdağ..........131.446
47.Aksaray...........127.031
48.Kırşehir...........126.901
49.Gümüşane......122.231
50.Mersin.............119.107
51.Amasya...........114.884
52.Bilecik..............113.660
53.Kırklareli..........108.989
54.Şebinkarahisar.108.735
55.Cebelibereket...107.694
56.Bayazıt..............104.586
57.Siirt...................102.433
58.İçel (Silifke).........90.940
59.Bitlis....................90.631
60.Artvin..................90.066
61.Burdur ................83.614
62.Van.....................75.329
63.Hakari..................24.980
8 Ocak 2015 Perşembe
Kenan Paşa ve Damadı? (Din Kültürü dersi nasıl yasalaştı?)
5 Şubat 1937 yılında anayasamıza konulan Laiklik ilkesi gereğince Din ile ilgili bütün faaliyetler yasaklanmıştı.Din adına aklınıza gelebilecek bütün faaliyetler.Temel Din eğitimlerinin verildiği şimdinin ilkokulu olan zamanın sıbyan mektepleri bile kapatıldı.Kutsal kitabımız olan Kur an-ı Kerim okumak ve öğrenmek bile yasaktı.Peki ne oldu da şimdi Din Eğitimi verilmeye başlandı.kim yasağı kaldırdı.Çok şaşiracaksınız ama buna izni dine uzak olarak bildiğimiz 80 darbesiyle Türkiye Cumhuriyeti yönetimini eline alan Kenan EVREN Pasa verdi.Sebebi ise çok ilginçti.Kenan Paşa iki kızının küçük olanının eşi yani adı Erkan GÜRVİT olan damadı yüzünden aldı bu kararı.Damadı ile yaşadığı diyaloğu Kenan Paşa şöyle anlattı" Bir Kurban Bayramı arefesiydi,akşam Köşkte yemek üzeri kızlarım ve damadım Erkan la oturmuş yemek yiyecektik.O ara Kurbanda keseceğimiz kurbanlık geldi aklıma, Erkan a Kurbanda keseceğimiz hayvan için vekalet işini hallettinmi diye sordum.O da *Paşam bugün hafta sonuydu.Noterler kapalıydı vekalet işini halledemedim* dedi. Bu cevabı alınca çok şaşırdım.Bu durumun sebebini düşündüm ve O andan itibaren okullarda temel din bilgilerinin verilmesine izin verdim.O tarihten sonra Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri verilmeye başladı. Dahada vahim olay ise bu Erkan GÜRVİT denen şahıs PKK nın ülkede ilk silahlı eylemini yaptığı zaman Türkiye Cumhuriyeti (MİT) Milli İstihbarat Başkanı idi.Çok büyük bir ülkede yaşıyoruz bu kadar başına gelen olaydan sonra hala ayakta.Ne Mutlu Türküm Diyene
6 Ocak 2015 Salı
Peygamber (s.a.v) in evlatligi
Bir Ramazan bayramı günü Peygamberimiz (s.a.v.) evinden çıkarak camiye gidiyordu. Yolda Bayram neşesi içinde cıvıl cıvıl oynaşan çocuklara rastlar; hepsi bayramlık en yeni elbiselerini giyinmiş, coşkun bir sevinç içinde öteye beriye koşuşuyorlardı. Fakat içlerinde zayıf, cılız bir yavru eski ve yırtık elbiseleri içinde bir köşeye çekilmiş, üzgün bakışlarla kaynaşan arkadaşlarına bakıyor ve zaman zaman gözyaşlarını tutamayarak hüngür hüngür ağlıyordu.
Gülen ve oynaşan arkadaşları arasındaki bu gözü yaşlı yavrunun hali, ince kalpli Peygambere pek dokunur. Hemen yavruya yaklaşarak ona şefkatle sorar; "Niye arkadaşlarınla birlikte gülüp oynamıyor, kenara çekilmiş ağlıyorsun?" Çocuk karşısındaki güler yüzlü, nur saçan adamın iki cihan güneşi Hz. Peygamber (s.a.v.) olduğunu bilmez. Samimi bir alâka ile derdini soran bu sıcakkanlı adama şöyle der: "Babam filân savaşta Peygamber`in yanı başında şehit düştü. Kocası ölünce annem başka biriyle evlendi. Üvey babam öz babamdan bana miras kalan malımı yedikten sonra bu pejmurde halimle beni sokaklara attı.
Şimdi günlerden beri aç ve susuz dolaşıyorum, yatacak bir yerim de olmadığı için geceleri sokak köşelerinde geçiriyorum. Biliyorsunuz bugün Ramazan bayramı günüdür. Bütün analı babalı çocuklar en güzel bayramlıklarını giyinmiş, tatlı tatlı oynaşıyorlar.
Yetim yavrucağızın anlattıkları Peygamber`in yüreğini parçalamıştı. Çocukcağızı şefkatle elinden tuttu ve sevgi ile saçlarını okşayarak ona şöyle dedi. "Yavrum! Benim sana baba, Ayşe`nin ana, Hz. Ali`nin amca, Hasan`la Hüseyin`in erkek kardeş ve Fatıma`nın da kız kardeş olmasını ister misin?" Yetim yavrucağız tatlı dil ile hatırın soran nur yüzlü adamın peygamber (s.a.v.) olduğunu anlayarak, çektiği çilelerin son bulmak üzere olduğunu sezdi. Güler yüzlü adama "nasıl istemem ey Allah`ın Rasûlü!" diye sevinçli bir cevap verir.
Peygamber (s.a.v.) yetim yavrucağızı elinden tutarak evine götürür. Hz. Ayşe de çocuğu öz ana şefkatiyle bağrına bastıktan sonra yıkar, giyindirir, kuşandırır ve saçlarını tarayarak sokakta oynayan çocuklardan daha güzel bir kıyafete büründürür. Karnını da iyice doyurduktan sonra çocuk hemen birkaç saat önce yanıbaşlarında pejmürde kıyafetiyle ağladığı arkadaşlarının arasına koşar.
Oynayan çocuk kalabalığı birkaç saat önceki zavallı arkadaşlarını tanırlar. Durumundaki büyük değişikliğe hayret edip yanına yaklaşarak sorarlar; "Birkaç saat önce eski püskü elbiseler içinde şuracıkta ağlıyordun; bu kadar kısa zamanda nasıl oldu da bu kadar güzel elbiselerin oldu; aynı zamanda bizden de neşeli bir havaya büründün?" Çocuk arkadaşlarını kıskandıracak derecede derin sevincle olduğu yerde sıçrayıp durarak şaşkın bakışlı arkadaşlarına şu cevabı verir. "Nasıl sevinmem; karnım günlerden beri açtı, şimdi tokum. Yırtık pırtık elbiseler içinde dolaşırken şimdi sizinkilerden güzel bayramlıklarım var. Kimsesiz bir yetimdim, fakat şimdi Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi bir babam, Hz. Ayşe gibi bir annem, Hz. Ali gibi bir amcam, Hasan, Hüseyin ve Fatıma gibi kardeşlerim var. Bütün çilelerim artık son buldu. Ben sevinip zıplamayayım da kim sevinsin."
Çocuklar birkaç saat önce onlara hasretli gözlerle bakıp ağlayan yetim yavruyu, Peygamber`in yanına evlâtlığa alındığını anlarlar ve saadetten kabına sığmayan arkadaşlarını biraz da kıskanarak hep bir ağızdan şöyle derler. "Keşke bizim de babalarımız o savaşta şehit düşselerdi de bizi de Peygamber (s.a.v.) evlâtlığa alsaydı." dediler.
Gülen ve oynaşan arkadaşları arasındaki bu gözü yaşlı yavrunun hali, ince kalpli Peygambere pek dokunur. Hemen yavruya yaklaşarak ona şefkatle sorar; "Niye arkadaşlarınla birlikte gülüp oynamıyor, kenara çekilmiş ağlıyorsun?" Çocuk karşısındaki güler yüzlü, nur saçan adamın iki cihan güneşi Hz. Peygamber (s.a.v.) olduğunu bilmez. Samimi bir alâka ile derdini soran bu sıcakkanlı adama şöyle der: "Babam filân savaşta Peygamber`in yanı başında şehit düştü. Kocası ölünce annem başka biriyle evlendi. Üvey babam öz babamdan bana miras kalan malımı yedikten sonra bu pejmurde halimle beni sokaklara attı.
Şimdi günlerden beri aç ve susuz dolaşıyorum, yatacak bir yerim de olmadığı için geceleri sokak köşelerinde geçiriyorum. Biliyorsunuz bugün Ramazan bayramı günüdür. Bütün analı babalı çocuklar en güzel bayramlıklarını giyinmiş, tatlı tatlı oynaşıyorlar.
Yetim yavrucağızın anlattıkları Peygamber`in yüreğini parçalamıştı. Çocukcağızı şefkatle elinden tuttu ve sevgi ile saçlarını okşayarak ona şöyle dedi. "Yavrum! Benim sana baba, Ayşe`nin ana, Hz. Ali`nin amca, Hasan`la Hüseyin`in erkek kardeş ve Fatıma`nın da kız kardeş olmasını ister misin?" Yetim yavrucağız tatlı dil ile hatırın soran nur yüzlü adamın peygamber (s.a.v.) olduğunu anlayarak, çektiği çilelerin son bulmak üzere olduğunu sezdi. Güler yüzlü adama "nasıl istemem ey Allah`ın Rasûlü!" diye sevinçli bir cevap verir.
Peygamber (s.a.v.) yetim yavrucağızı elinden tutarak evine götürür. Hz. Ayşe de çocuğu öz ana şefkatiyle bağrına bastıktan sonra yıkar, giyindirir, kuşandırır ve saçlarını tarayarak sokakta oynayan çocuklardan daha güzel bir kıyafete büründürür. Karnını da iyice doyurduktan sonra çocuk hemen birkaç saat önce yanıbaşlarında pejmürde kıyafetiyle ağladığı arkadaşlarının arasına koşar.
Oynayan çocuk kalabalığı birkaç saat önceki zavallı arkadaşlarını tanırlar. Durumundaki büyük değişikliğe hayret edip yanına yaklaşarak sorarlar; "Birkaç saat önce eski püskü elbiseler içinde şuracıkta ağlıyordun; bu kadar kısa zamanda nasıl oldu da bu kadar güzel elbiselerin oldu; aynı zamanda bizden de neşeli bir havaya büründün?" Çocuk arkadaşlarını kıskandıracak derecede derin sevincle olduğu yerde sıçrayıp durarak şaşkın bakışlı arkadaşlarına şu cevabı verir. "Nasıl sevinmem; karnım günlerden beri açtı, şimdi tokum. Yırtık pırtık elbiseler içinde dolaşırken şimdi sizinkilerden güzel bayramlıklarım var. Kimsesiz bir yetimdim, fakat şimdi Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi bir babam, Hz. Ayşe gibi bir annem, Hz. Ali gibi bir amcam, Hasan, Hüseyin ve Fatıma gibi kardeşlerim var. Bütün çilelerim artık son buldu. Ben sevinip zıplamayayım da kim sevinsin."
Çocuklar birkaç saat önce onlara hasretli gözlerle bakıp ağlayan yetim yavruyu, Peygamber`in yanına evlâtlığa alındığını anlarlar ve saadetten kabına sığmayan arkadaşlarını biraz da kıskanarak hep bir ağızdan şöyle derler. "Keşke bizim de babalarımız o savaşta şehit düşselerdi de bizi de Peygamber (s.a.v.) evlâtlığa alsaydı." dediler.
Fatih in papazlari
İstanbul`un fethinden sonra Fatih bütün mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi. Durum Hazreti Fatih`e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Fatih`e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti: - Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz. Fatih`in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa`da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar: Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş. Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş: - Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş. Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik`e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar: Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister; - Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der. Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar. Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir. Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul`a Fatih`in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler: - Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler.
Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik`e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar: Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister; - Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der. Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar. Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir. Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul`a Fatih`in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler: - Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler.
Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
5 Ocak 2015 Pazartesi
ABDULHAMİD HAN ve CUMA SUİKASTİ
Tarih 21 Temmuz 1905 Cuma.Yıldız Camii, her hafta olduğu gibi yine hıncahınç dolu. Cuma Salâsı verilirken Sultan Abdülhamid Han abdest tazeledi. En yeni elbiselerini giydi. Güzel kokular süründü.Her zaman olduğu gibi sade ve açık bir faytona bindi. Yıldız sarayından, Yıldız Camii ne kadar yol kenarları insanlarla doluydu.Türkler, Arap, Boşnak, Arnavut, Kürt ve Çerkesler kadar, Rum, Musevi ve Ermeniler de dikkat çekiyordu. Büyük Hakanı ancak Cuma günleri görebilirlerdi. Bu yüzden yol boyunca sıralanmışlardı-Padişahım çok yaşa...-Allah seni başımızdan eksik etmesin...sesleri ve alkışlar arasında ilerleyen Padişah, selamlara karşılık veriyordu. Her şeye rağmen kalabalık arasında, Padişaha kin ile bakan gözler farkediliyordu. Müslüman tebaa Sultanlarını ne kadar çok seviyorlarsa, bazı gayri Müslimler de o kadar kızıyor lardı. Mesela Rumları birkaç yıl önceki savaşta mağlup etmişlerdi. Böylece istiklal rüyaları suya düşmüştü. Ermeniler de, Rusya’nın kışkırtmasıyla Doğu Anadolu’yu istiyor lardı. Sultan Abdülhamid hayatta iken bu imkansızdı. Yahudiler ise, hâlâ bir yurt sahibi olamamışlardı. Onlar da Filistin’e yerleşmek arzusundaydılar. Bütün dünya Yahudileri birleştiler. Yaşadıkları devletlerin başkanları vasıtasıyla, Kudüs civarına göç müsaadesi istediler. Fakat Sultan Abdülhamid Han bunu reddetti. O zaman para babaları, Yahudi teşkilatları gayrete geldiler:-Size istediğiniz kadar para, milyarlarca altın verelim. Sadece Filistin’de biraz arazi sahibi olmamıza izin verin. Birkaç yüz aile oraya yerleşsin!...dediler ve ilave ettiler:-Bu paralarla, çok sevdiğiniz okullar açar, silah alır veya demiryolları yaptırırsınız... Veya şahsi servetinize katarsınız!...Böylelikle Abdülhamid Han’a utanmadan rüşvet teklif ettiler. Koca Hakan sükûnetini bozmadı ve:-Biz o mukaddes toprakları parayla almadık!... cevabını verdi. İşte bu sebeple Yahudiler de kendisini hiç sevmezlerdi. Fakat O, 29 yıldan beri Osmanlı gemisinin başında idi. Tek başına bütün dünya devletleriyle mücadele ediyordu.Cuma ezanları okunurken Hünkar Mahfilindeydi. Abdülhamid Han’ın bir özelliği de, her şeyi tam zamanında yapmasıydı. Öyle ki, onun hareketleriyle saatleri ayarlamak mümkündü. Hutbe okundu... Namaz kılındı. Sonra Sultan, “Cuma Tebrikleri” arasında çıkış kapısına doğru ilerledi. Merdivenlerin başında, Şeyhülislam Mehmed Cemaleddin Efendi yaklaştı:-Cumanız ve 63.cü yaşınız mübarek olsun Sultanım...diye çifte tebrikte bulundu.-Allah Razı olsun Efendi hazretleri...dedi ve:-Sevgili Peygamberimiz “Sallallahü Aleyhi ve Sellem” bu yaşta vefat etmişti değil mi diye sordu...-Evet Hünkarım...Türkistan’da 63 aşına basan Meşayıh, şükran kurbanı keserlermiş Efendim...-İnşaallah biz de kestiririz... Ne güzel âdetmiş!..Duanızı esirgemeyin. Şimdilik müsaadenizle..-Devletle Sultanım, devletle..Abdülhamid Han ağır ağır merdivenleri inmeye başladı. Araba harekete geçerken, birkaç metre ileride yeri göğü inleten gümbürtülerle büyük bir bomba patladı. Padişah:-Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah...diye kelime-i şahadet getirdi.Ortalık ana baba gününe döndü. Hassa bölüğü atları ürktüler. Sağa sola kaçışanlar ezildiler, çiğnendiler. Yol kenarlarında bulunanlar, birbirlerinin üstlerine basarak caddeyi doldurdular. Görevlilerin çoğu, şaşkın ve ne olduğunu anlayamadan, kendilerini yere attı lar. Bağıran!...Kaçışan!..İnleyen insanlar arasında bir tek kişi yerinden kımıldamadı; Sultan Abdülhamid Han...Bulunduğu yerden, ayakta olayların gelişmesini takip etti. Bütün kargaşalıklara rağmen, Muhafız Alayının 9 görevlisi Sultanın yanına koştular ve etrafını çevirdiler. Sağ elleri hançerlerinde, sol elleri tabancalarındaydı. Bunlar, Karakeçili Aşiretinden, Türkmen fedaileriydi. Abdülhamid Han onlara tebessüm etti. hepsini ismen tanıyordu. Ellerini kaldırıp:-Sakin olun yiğitlerim.. diye onları taşkınlıktan alıkoydu. Patlama 1-2 dakika devam etti. bomba, yol kenarına konulan bir araba içinde patlamıştı. Sultan Türkmenlere seslendi:-Ali Hoca!..Şu araba tekerleğinin yanına seğirt bakalım!-Yavuz Hasan!..Kalabalığı yarmak isteyen kadın kılıklıları bırakma!..-Oruç Oğul!...Sen de silahlı olanları çevir!..Türkmenler birkaç dakika içinde görevlerini kusursuz başardılar. Başka patlama olmadığını gören kalabalık da toparlanmağa başladı. Yatanlar doğruldu, kaçanlar birbirlerine bakmaya başladılar.Soğukkanlılığını zaten hiç kaybetmeyen Padişah, çok sayıda yabancı diplomata ve her sınıftan devlet ricaline ve binlerce meraklıya karşı gayet vakurane ve soğukkanlılıkla bir konuşma yaptı:“Kendimce en büyük emel, ahalinin rahat ve mesud olmasıdır. Bu uğurda gece ve gündüz nasıl çalışıldığı ve gayret gösterildiği malumdur. Gayret ve hüsn-i niyyetimin min tarafillah mükafatı, şu hadiseden hıfz-ı Hüda ile emin olmaklığımdır. Onun için Cenab-ı Hakk’a Şükr ve Hamd ederim. Müteessir olduğum bir şey varsa, asker evladlarımdan ve ahaliden bazılarının telef ve mecruh olmalarıdır. Buna ilelebed teessüf ederim. Tebaamın, hakkımda göstermiş oldukları hissiyata an samimil kalb memnuniyetimi beyan eder, âfât-ı semaviyye ve arziyyeden masuniyeleri için dua ederim.”Adülhamid Han her hafta yabancı elçilerle saray avlusunda 20 dakika konuşmayı âdet edinmişti. Bu gün de konuşacak mıydı? Bütün kordiplomatik merak ediyordu. Hepsi de heyecanlıydı. Hadiseyi duymuşlardı. Fakat Sultan gayet sakindi. Onlara tebessüm etti. İlk yaklaşan Hindistan elçisi oldu:-Geçmiş olsun Devletlû...dedi.Sonra İngiliz, Fransız, İran, Avusturya elçileri “Geçmiş olsun”dediler. Rus elçisi de yarım Türkçesiyle sırıttı:-Şeyhülislam sayesinde ölümden kurtulmuşsunuz!...dedi. Büyük Sultan:-Allah sayesinde Ekselans!..Allah sayesinde.. cevabını verdi.Tam 20 dakika dolarken Harem-i Hümayuna çekildiler.Göreviler daha o gece suçluyu yakalayıp, Sultanın huzuruna çıkardılar. Sadrazam Avlonyalı Ferid Paşa:-Katil Fransızca konuşuyor Hünkarım!..dedi. Sultan sordu:-Milliyeti neymiş?-Belçikalı, Efendimiz.Bunun üzerine Abdülhamid Han, Belçikalı ile yalnız konuşmak istedi. Katilin muhafızları dahil, huzurda bulunanların hepsi salonu terketti. Yalnız, üyük kadife perdelerin ardındaki 9 Karakeçili muhafız hariç...Padişah gayet güzel bir Fransızca ile:-Adınız nedir?.. diye sorduAdam pek şaşırdı:-Jorris. Sultan hazretleri!-Siz sakın, Belçikalı meşhur anarşist Jorris olmayasınız?Adam daha da şaşırdı:-Beni tanıyor musunuz?..diye kekeledi.Nereden bilsin ki, dünyanın en güçlü istihbarat teşkilatı Osmanlı Hükümdarının emrindedir!Abdülhamid Han kalın ve tesirli sesiyle tekrar sordu:-Peki! Bu kirli işe niçin ve nasıl bulaştınız?Jorris bir an düşündü. Osmanlıların elinden kaçması mümkün değildi. Fakat doğruyu söylerse, belki ölümden kurtulabilirdi!...-Ermeniler!..Efendimiz Ermeniler... diye itiraf etti. Sultan:-Tahmin ettiğimiz gibiymiş...dedi. Sonra tekrar sordu:-Sizi nasıl ikna ettiler, neler söylediler?-Doğu topraklarınızda onların hakkı mı varmış!..Siz vermek istemiyormuşsunuz.. falan filan...-Bütün bunlara inandınız mı?-Biliyorsunuz Sultan hazretleri...Ben anarşistim. Hiçbir şeye inanmam!..Din, iman, vatan, benim için mukaddes şeyler değildir. -Öyleyse çok para verdiler?-Çok efendim, çok fazla...-Planlamayı kim yaptı?-Ermeni komitacılarla birlikte yaptık Sultanım...-Nasıl?-Daha önce bir aç defa İstanbul’a geldim. Sizin, halk arasına karıştığınız “Cuma Selamlığı” törenlerinizi, bilhassa inceledim. Her Cuma namazından sonra 1 dakika 42 saniye içinde arabanıza bindiğinizi tespit ettim. Bu müddet hiç değişmiyordu. Tıpkı dakik bir saat gibi. Bu husus işimize yarayacaktı. Viyana’da özel bir kapalı araba yaptırdım. Parça parça sökerek buraya getirttim. Kumaş topları arasında gümrükten geçirdik. Burada tekrar monte ettik. İçine 100 kilo, Melinite cinsinden patlayıcı bulunan bir saatli bomba yerleştirdim. Nihayet dün Cuma namazından önce arabayla Yıldız Sarayına geldik. Dikkati çekmemek için arabaya iki de Ermeni Madam oturttuk. Sizi kapıda gördüğümüz an, bombayı 1 dakika 42 saniyeye kurdum! Ve arabayı terkettik. Gerisini biliyorsunuz.Dikkatle dinleyen Büyük Sultan tekrar sordu:-Şimdi size ne ceza vermemizi bekliyorsunuz?Jorris pişmanlıkla:-Ermenilere de, paralarına da lanet olsun!...Ölümü çoktan hak ettim...diyebildi.Abdülhamid Han:-Merak etmeyin...Sizi önce Âdil Osmanlı hakimleri muhakeme edecekler...dedi.Az sonra nöbetçiler, kiralık katil Jorris’i çıkarırlarken, Şeyhülislam Cemaleddin Efendi Huzura giriyordu:-Büyük geçmişler olsun Hünkarım... Allah sizi korudu... Ya o menfur suikaste kurban gitseydiniz ne yapardık!..diye üzüntülerini arzetti.Cihan Sultanı Abdülhamid Han gayet vakur, şu cevabı verdi:-Bu millet, binlerce Abdülamid çıkarır.
Abdulhamid in Askeri
Sultan İkinci Abdulhamid Han zamanında Cuma (Yıldız) suikastinin yaşanmasıyla sarayın etrafında nöbet tutan askerlerin sayısını artırıldı.Padişahın askerlerden yapmasını istediği ilğinç bir olay vardı.Padişah sarayda nöbet tutan askerlerden belirli aralıklarla yüksek sesle bağırarak nöbet yerinde olduklarını bildirmelerini istiyordu.Padişahın isteğe üzerine askerler nöbet devrederken falanca filanca nöbeti devir alıyorum diye yüksek sesle nöbet alırlardı.arada sırada da Dur Kimdir O ! gibi çıkışlar yapıp Nöbet yerinde olduklarını bildirirlerdi.Bir gün Padişahın dikkatini bir ses çekti ve o sese kulak verdi yine bir nöbet değişimiydi ama nöbeti alanın sesi ile nöbeti verenin sesi aynı idi.Padişah Bu olaya şaşırır ve acil paşayı çağırır şurada ki nöbetçi asker kimdir iki seferdir aynı ses der.Buna paşada şaşırır ve derhal buraya getirin o askeri der.Asker gelir Padişahın huzuruna ve Abdulhamid Han sorar kaç saattir nöet tutuyorsun diye asker 1,5 saattir der.Neden nöbetini devretmedin saatte bir değişmiyormusunuz siz diye sorar.Asker utanarak şöyle der nöbeti devredeceğim arkadaşım İhtilam olmuş bu şekilde Müslümanların Halifesinin nöbetini tutamam. sen benim yerime tutarmısın bidahaki sefere de ben senin kini tutarım dedi bende kabul ettim efendim der.Bu olay Padişahı çok etkiler ve sabah olunca o askeri yanına çağırır ve bu ince düşüncesi için teşekkür eder.
4 Ocak 2015 Pazar
Sultan Ahmet in hayali ve korkusu
Sultan I.Ahmet, henüz 14 yaşında iken Osmanlı tahtına ( 1603 tarihinde) 14.hükümdar olarak oturmuş ve 14 yıl saltanat sürdükten sonra 1617’de 28 yaşında vefat etmiştir.
Sultan I.Ahmet’in dindar bir padişah olduğu bütün kaynaklarda ifade edilmiştir. En büyük hayali dedeleri gibi büyük bir eser yaptırmaktı.Bütçesini kendinin bizzat temin ettiği bir vakıf kurdu ve Mimar Sinan ın öğrencisi olan Sedefkar Mehmet Ağa ya emir verdi.4 OCAK 1610 yılında Temeline ilk kazmayı bizzat Sultan Ahmet Han kendi vurdu. Bu kazma bugün Topkapı Sarayı müzesindedir. Temel kazmaya başlanınca ilk önce Sultan Ahmet Han eteğiyle toprak taşıyarak ''Ya Rab Ahmet kulunun hizmetidir...''diye dua etti. Caminin tamamlanması 9 Haziran 1617 dir. Böylece inşaat 7 yıl 5 ay 6 gün sürmüştür.
Cami yapımı devam ederken 1.Ahmet hep bir düşünce bir korku içindeydi sebebi yapılan caminin hemen karşısında bulunan Ayasofya idi.Bu kadar zahmetle yapılan bir eser Ayasofya gibi tarihi degeri olan eserin karşısında yeteri kadar cemaat bulabilecekmiydi. Nitekim öyle oldu ilk zamanlar dolu olan Sultanahmet Cami zamanla çok az cemaatle namaz kılınmaya başladı.Bunu gören Sultan çözüm aradı ve vezirinin verdiği akılla Mısırda bulunan Peygamber Efendimiz (s.a.v.) in kutsal emanetlerini çerçeve içerisinde Sultanahmet Cami mihrabının hemen yanına koydurdu.Cami cemattle doldu ama bir gece rüyasında Peygamber Efendimiz (s.a.v) gördü ve emanetin sahibi senden şikayetçi olduğunu bu yaptığın hiç doru olmadığını ve emanetin yerine iade edilmesini istedi.Sultan Ahmet istemeyerekte olsa emanetleri aldığı yere geri gönderdi.Emanetler arasında bulunan Efendimiz (s.a.v) in ayak izinin birebir kopyasını yaptırdı.Eyüp Sultan türbesine koydurdu. Padişahın talimatıyla Sultanahmet cami mihrabının yanında boş çerçeve ise hala durmaktadır.
Sultan Ahmet Han hastalığı sebebiyle caminin tamamlanmasından kısa bir süre sonra,daha külliye binaları tamamlanmadan vefat ederek caminin dış avlusunun kuzeydoğu köşesinde yaptırılan türbede defnedilmiştir.
Sadakanın bereketi
Bir gün Bir dilenci Hz.Ali (r.a) nin kapısına geldi.ALLAH rızası için para istedi. Hz. Ali oğluna "Annene git, kendisine verdiğim 6 dirhem paradan 1 tanesini versin de şu fakire verelim " dedi.Oğlu gidip döndükten sonra, "Annem o 6 dirhemi un almak için sakladığını söylüyor" dedi. Bunun üzerine Hz.Ali "Bir insan kendinde olandan çok ALLAH ta olana güvenmezse gerçek iman sahibi sayılmaz.Git annene söyle 6 dirhemin hepsini göndersin" dedi. Hz Fatıma (r.a) paranın hepsini gönderdi. Hz.Ali de o paranın hepsini fakire verdi.O sırada adamın biri,satılık bir deveyle oraya geldi. Hz.Ali "Deveyi kaça satıyorsun?" dedi. Adam "140 dirhem" dedi. Parasını sonra vermek şartıyla bana satarsan kapıma bağla dedi ve adam olur deyip deveyi Hz Ali nin kapısına bağladı ve gitti.Adam gittikten sonra bir başkası geldi.Devenin satılık olduğunu öğrenince Hz.Ali ye Kaça satıyorsun dedi ve Hz.Ali 200 dirhem dedi.Adam hemen 200 dirhemi Hz Ali ye verdi ve deveyi satın aldı. Hz Ali 140 dirhemi deveyi aldığı adama götürdü ve geriye kalan 60 dirhemi karısı Hz Fatıma (r.a) verdi.Hz Fatıma şaşırdı ve Hz Ali ye sordu."Bu nedir?" Hz Ali şöyle cevapladı."ALLAH ın bize Kur-an da vaat ettiği karşılıktır bu: Kim bir iyilikle gelirse ona on katı vardır" dedi.ve bu para bizim 6 dirhemlik iyiliğimizin karşılığıdır dedi.
3 Ocak 2015 Cumartesi
Pazar_günü_nasil_tatil_oldu.
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyet i Batılı devletlerle olan münasebetlerini geliştirmesi için takvim ve ölçülerin de düzenlenmeye gitti. 26 Aralık 1925 tarihinde çıkarılan bir kanunla çağdaş dünyanın kullandığı Milâdi Takvim kabul edildi.4 gün sonra 1 Ocak 1926’dan itibaren de uygulandı. Yine aynı tarihte uluslararası saat kabul edilerek gün, gece yarısından başlatıldı ve yirmidört tane saat birimine ayrıldı.
Osmanlı ülkesinde uzunluk ve ağırlık ölçüleri de geleneklere göre düzenlenmişti. Okka, arşın, endaze, kile vb. yörelere göre değişen ölçülerin kullanılması ekonomik hayatta bazı karışıklıklara neden oluyordu. 1931 yılında kabul edilen bir kanunla metre ve kilo sistemi getirilerek ticaret ve ekonomi alanlarında işlemler kolaylaştırıldı. Yurdun her tarafında düzenli bir ölçü sistemi kuruldu.
Batılı ülkeler pazar günü tatil yapmaktaydı. Türkiye’nin bu ülkelerle ekonomik ilişkileri gelişmekte olduğundan hafta tatilinin yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. 1935 yılında alınan bir kararla pazar günü hafta tatili oldu.
pazar günü nasil tatil oldu
pazar gününün tatil edildiği tarih
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)