6 Ocak 2015 Salı

Peygamber (s.a.v) in evlatligi

Bir Ramazan bayramı günü Peygamberimiz (s.a.v.) evinden çıkarak camiye gidiyordu. Yolda Bayram neşesi içinde cıvıl cıvıl oynaşan çocuklara rastlar; hepsi bayramlık en yeni elbiselerini giyinmiş, coşkun bir sevinç içinde öteye beriye koşuşuyorlardı. Fakat içlerinde zayıf, cılız bir yavru eski ve yırtık elbiseleri içinde bir köşeye çekilmiş, üzgün bakışlarla kaynaşan arkadaşlarına bakıyor ve zaman zaman gözyaşlarını tutamayarak hüngür hüngür ağlıyordu. 
 Gülen ve oynaşan arkadaşları arasındaki bu gözü yaşlı yavrunun hali, ince kalpli Peygambere pek dokunur. Hemen yavruya yaklaşarak ona şefkatle sorar; "Niye arkadaşlarınla birlikte gülüp oynamıyor, kenara çekilmiş ağlıyorsun?" Çocuk karşısındaki güler yüzlü, nur saçan adamın iki cihan güneşi Hz. Peygamber (s.a.v.) olduğunu bilmez. Samimi bir alâka ile derdini soran bu sıcakkanlı adama şöyle der: "Babam filân savaşta Peygamber`in yanı başında şehit düştü. Kocası ölünce annem başka biriyle evlendi. Üvey babam öz babamdan bana miras kalan malımı yedikten sonra bu pejmurde halimle beni sokaklara attı. 
 Şimdi günlerden beri aç ve susuz dolaşıyorum, yatacak bir yerim de olmadığı için geceleri sokak köşelerinde geçiriyorum. Biliyorsunuz bugün Ramazan bayramı günüdür. Bütün analı babalı çocuklar en güzel bayramlıklarını giyinmiş, tatlı tatlı oynaşıyorlar.
Yetim yavrucağızın anlattıkları Peygamber`in yüreğini parçalamıştı. Çocukcağızı şefkatle elinden tuttu ve sevgi ile saçlarını okşayarak ona şöyle dedi. "Yavrum! Benim sana baba, Ayşe`nin ana, Hz. Ali`nin amca, Hasan`la Hüseyin`in erkek kardeş ve Fatıma`nın da kız kardeş olmasını ister misin?" Yetim yavrucağız tatlı dil ile hatırın soran nur yüzlü adamın peygamber (s.a.v.) olduğunu anlayarak, çektiği çilelerin son bulmak üzere olduğunu sezdi. Güler yüzlü adama "nasıl istemem ey Allah`ın Rasûlü!" diye sevinçli bir cevap verir.  
Peygamber (s.a.v.) yetim yavrucağızı elinden tutarak evine götürür. Hz. Ayşe de çocuğu öz ana şefkatiyle bağrına bastıktan sonra yıkar, giyindirir, kuşandırır ve saçlarını tarayarak sokakta oynayan çocuklardan daha güzel bir kıyafete büründürür. Karnını da iyice doyurduktan sonra çocuk hemen birkaç saat önce yanıbaşlarında pejmürde kıyafetiyle ağladığı arkadaşlarının arasına koşar. 
Oynayan çocuk kalabalığı birkaç saat önceki zavallı arkadaşlarını tanırlar. Durumundaki büyük değişikliğe hayret edip yanına yaklaşarak sorarlar; "Birkaç saat önce eski püskü elbiseler içinde şuracıkta ağlıyordun; bu kadar kısa zamanda nasıl oldu da bu kadar güzel elbiselerin oldu; aynı zamanda bizden de neşeli bir havaya büründün?" Çocuk arkadaşlarını kıskandıracak derecede derin sevincle olduğu yerde sıçrayıp durarak şaşkın bakışlı arkadaşlarına şu cevabı verir. "Nasıl sevinmem; karnım günlerden beri açtı, şimdi tokum. Yırtık pırtık elbiseler içinde dolaşırken şimdi sizinkilerden güzel bayramlıklarım var. Kimsesiz bir yetimdim, fakat şimdi Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi bir babam, Hz. Ayşe gibi bir annem, Hz. Ali gibi bir amcam, Hasan, Hüseyin ve Fatıma gibi kardeşlerim var. Bütün çilelerim artık son buldu. Ben sevinip zıplamayayım da kim sevinsin." 
Çocuklar birkaç saat önce onlara hasretli gözlerle bakıp ağlayan yetim yavruyu, Peygamber`in yanına evlâtlığa alındığını anlarlar ve saadetten kabına sığmayan arkadaşlarını biraz da kıskanarak hep bir ağızdan şöyle derler. "Keşke bizim de babalarımız o savaşta şehit düşselerdi de bizi de Peygamber (s.a.v.) evlâtlığa alsaydı." dediler.

Fatih in papazlari

 İstanbul`un fethinden sonra Fatih bütün mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi. Durum Hazreti Fatih`e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Fatih`e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti: - Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.  Fatih`in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa`da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar: Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş. Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş: - Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş. Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik`e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar: Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister; - Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der. Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar. Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir. Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul`a  Fatih`in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler: - Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler. 

Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi

5 Ocak 2015 Pazartesi

Sıralı Osmanlı Padişahları

ABDULHAMİD HAN ve CUMA SUİKASTİ

 Tarih 21 Temmuz 1905 Cuma.Yıldız Camii, her hafta olduğu gibi yine hıncahınç dolu. Cuma Salâsı verilirken Sultan Abdülhamid Han abdest tazeledi. En yeni elbiselerini giydi. Güzel kokular süründü.Her zaman olduğu gibi sade ve açık bir faytona bindi. Yıldız sarayından, Yıldız Camii ne kadar yol kenarları insanlarla doluydu.Türkler, Arap, Boşnak, Arnavut, Kürt ve Çerkesler kadar, Rum, Musevi ve Ermeniler de dikkat çekiyordu. Büyük Hakanı ancak Cuma günleri görebilirlerdi. Bu yüzden yol boyunca sıralanmışlardı-Padişahım çok yaşa...-Allah seni başımızdan eksik etmesin...sesleri ve alkışlar arasında ilerleyen Padişah, selamlara karşılık veriyordu. Her şeye rağmen kalabalık arasında, Padişaha kin ile bakan gözler farkediliyordu. Müslüman tebaa Sultanlarını ne kadar çok seviyorlarsa, bazı gayri Müslimler de o kadar kızıyor lardı. Mesela Rumları birkaç yıl önceki savaşta mağlup etmişlerdi. Böylece istiklal rüyaları suya düşmüştü. Ermeniler de, Rusya’nın kışkırtmasıyla Doğu Anadolu’yu istiyor lardı. Sultan Abdülhamid hayatta iken bu imkansızdı. Yahudiler ise, hâlâ bir yurt sahibi olamamışlardı. Onlar da Filistin’e yerleşmek arzusundaydılar. Bütün dünya Yahudileri  birleştiler. Yaşadıkları devletlerin başkanları vasıtasıyla, Kudüs civarına göç müsaadesi istediler. Fakat Sultan Abdülhamid Han bunu reddetti. O zaman para babaları, Yahudi teşkilatları gayrete geldiler:-Size istediğiniz kadar para, milyarlarca altın verelim. Sadece Filistin’de biraz arazi sahibi olmamıza izin verin. Birkaç yüz aile oraya yerleşsin!...dediler ve ilave ettiler:-Bu paralarla, çok sevdiğiniz okullar açar, silah alır veya demiryolları yaptırırsınız... Veya şahsi servetinize katarsınız!...Böylelikle Abdülhamid Han’a utanmadan rüşvet teklif ettiler. Koca Hakan sükûnetini bozmadı ve:-Biz o mukaddes toprakları parayla almadık!... cevabını verdi. İşte bu sebeple Yahudiler de kendisini hiç sevmezlerdi. Fakat O, 29 yıldan beri Osmanlı gemisinin başında idi. Tek başına bütün dünya devletleriyle mücadele ediyordu.Cuma ezanları okunurken Hünkar Mahfilindeydi. Abdülhamid Han’ın bir özelliği de, her şeyi tam zamanında yapmasıydı. Öyle ki, onun hareketleriyle saatleri ayarlamak mümkündü. Hutbe okundu... Namaz kılındı. Sonra Sultan, “Cuma Tebrikleri” arasında çıkış kapısına doğru ilerledi. Merdivenlerin başında, Şeyhülislam Mehmed Cemaleddin Efendi yaklaştı:-Cumanız ve 63.cü yaşınız mübarek olsun Sultanım...diye çifte tebrikte bulundu.-Allah Razı olsun Efendi hazretleri...dedi ve:-Sevgili Peygamberimiz “Sallallahü Aleyhi ve Sellem” bu yaşta vefat etmişti değil mi diye sordu...-Evet Hünkarım...Türkistan’da 63 aşına basan Meşayıh, şükran kurbanı keserlermiş Efendim...-İnşaallah biz de kestiririz... Ne güzel âdetmiş!..Duanızı esirgemeyin. Şimdilik müsaadenizle..-Devletle Sultanım, devletle..Abdülhamid Han ağır ağır merdivenleri inmeye başladı. Araba harekete geçerken, birkaç metre ileride yeri göğü inleten gümbürtülerle büyük bir bomba patladı. Padişah:-Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah...diye kelime-i şahadet getirdi.Ortalık ana baba gününe döndü. Hassa bölüğü atları ürktüler. Sağa sola kaçışanlar ezildiler, çiğnendiler. Yol kenarlarında bulunanlar, birbirlerinin üstlerine basarak caddeyi doldurdular. Görevlilerin çoğu, şaşkın  ve ne olduğunu anlayamadan, kendilerini yere attı lar. Bağıran!...Kaçışan!..İnleyen insanlar arasında bir tek kişi yerinden kımıldamadı; Sultan Abdülhamid Han...Bulunduğu yerden, ayakta olayların gelişmesini takip etti. Bütün kargaşalıklara rağmen, Muhafız Alayının 9 görevlisi Sultanın yanına koştular ve etrafını çevirdiler. Sağ elleri hançerlerinde, sol elleri tabancalarındaydı. Bunlar, Karakeçili Aşiretinden, Türkmen fedaileriydi. Abdülhamid Han onlara tebessüm etti. hepsini ismen tanıyordu. Ellerini kaldırıp:-Sakin olun yiğitlerim.. diye onları taşkınlıktan alıkoydu. Patlama 1-2 dakika devam etti. bomba, yol kenarına konulan bir araba içinde patlamıştı. Sultan Türkmenlere seslendi:-Ali Hoca!..Şu araba tekerleğinin yanına seğirt bakalım!-Yavuz Hasan!..Kalabalığı yarmak isteyen kadın kılıklıları bırakma!..-Oruç Oğul!...Sen de silahlı olanları çevir!..Türkmenler birkaç dakika içinde görevlerini kusursuz başardılar. Başka patlama olmadığını gören kalabalık da toparlanmağa başladı. Yatanlar doğruldu, kaçanlar birbirlerine bakmaya başladılar.Soğukkanlılığını zaten hiç kaybetmeyen Padişah, çok sayıda yabancı diplomata ve her sınıftan devlet ricaline ve binlerce meraklıya karşı gayet vakurane ve soğukkanlılıkla bir konuşma yaptı:“Kendimce en büyük emel, ahalinin rahat ve mesud olmasıdır. Bu uğurda gece ve gündüz nasıl çalışıldığı ve gayret gösterildiği malumdur. Gayret ve hüsn-i niyyetimin min tarafillah mükafatı, şu hadiseden hıfz-ı Hüda ile emin olmaklığımdır. Onun için Cenab-ı Hakk’a Şükr ve Hamd ederim. Müteessir olduğum bir şey varsa, asker evladlarımdan ve ahaliden bazılarının telef ve mecruh olmalarıdır. Buna ilelebed teessüf ederim. Tebaamın, hakkımda göstermiş oldukları hissiyata an samimil kalb memnuniyetimi beyan eder, âfât-ı semaviyye ve arziyyeden masuniyeleri için dua ederim.”Adülhamid Han her hafta yabancı elçilerle saray avlusunda 20 dakika konuşmayı âdet edinmişti. Bu gün de konuşacak  mıydı? Bütün kordiplomatik merak ediyordu. Hepsi de heyecanlıydı. Hadiseyi duymuşlardı. Fakat Sultan gayet sakindi. Onlara tebessüm etti. İlk yaklaşan Hindistan elçisi oldu:-Geçmiş olsun Devletlû...dedi.Sonra İngiliz, Fransız, İran, Avusturya elçileri “Geçmiş olsun”dediler. Rus elçisi de yarım Türkçesiyle sırıttı:-Şeyhülislam sayesinde ölümden kurtulmuşsunuz!...dedi. Büyük Sultan:-Allah sayesinde Ekselans!..Allah sayesinde.. cevabını verdi.Tam 20 dakika dolarken Harem-i Hümayuna çekildiler.Göreviler daha o gece suçluyu yakalayıp, Sultanın huzuruna çıkardılar. Sadrazam Avlonyalı Ferid Paşa:-Katil Fransızca konuşuyor Hünkarım!..dedi. Sultan sordu:-Milliyeti neymiş?-Belçikalı, Efendimiz.Bunun üzerine Abdülhamid Han, Belçikalı ile yalnız konuşmak istedi. Katilin muhafızları dahil, huzurda bulunanların hepsi salonu terketti. Yalnız, üyük kadife perdelerin ardındaki 9 Karakeçili muhafız hariç...Padişah gayet güzel bir Fransızca ile:-Adınız nedir?.. diye sorduAdam pek şaşırdı:-Jorris. Sultan hazretleri!-Siz sakın, Belçikalı meşhur anarşist Jorris olmayasınız?Adam daha da şaşırdı:-Beni tanıyor musunuz?..diye kekeledi.Nereden bilsin ki, dünyanın en güçlü istihbarat teşkilatı Osmanlı Hükümdarının emrindedir!Abdülhamid Han kalın ve tesirli sesiyle tekrar sordu:-Peki! Bu kirli işe niçin ve nasıl bulaştınız?Jorris bir an düşündü. Osmanlıların elinden kaçması mümkün değildi. Fakat doğruyu söylerse, belki ölümden kurtulabilirdi!...-Ermeniler!..Efendimiz Ermeniler... diye itiraf etti. Sultan:-Tahmin ettiğimiz gibiymiş...dedi. Sonra tekrar sordu:-Sizi nasıl ikna ettiler, neler söylediler?-Doğu topraklarınızda onların hakkı mı varmış!..Siz vermek istemiyormuşsunuz.. falan filan...-Bütün bunlara inandınız mı?-Biliyorsunuz Sultan hazretleri...Ben anarşistim. Hiçbir şeye inanmam!..Din, iman, vatan, benim için mukaddes şeyler değildir. -Öyleyse çok para verdiler?-Çok efendim, çok fazla...-Planlamayı kim yaptı?-Ermeni komitacılarla birlikte yaptık Sultanım...-Nasıl?-Daha önce bir aç defa İstanbul’a geldim. Sizin, halk arasına karıştığınız “Cuma Selamlığı” törenlerinizi, bilhassa inceledim. Her Cuma namazından sonra 1 dakika 42 saniye içinde arabanıza bindiğinizi tespit ettim. Bu müddet hiç değişmiyordu. Tıpkı dakik bir saat gibi. Bu husus işimize yarayacaktı. Viyana’da özel bir kapalı araba yaptırdım. Parça parça sökerek buraya getirttim. Kumaş topları arasında gümrükten geçirdik. Burada tekrar monte ettik. İçine 100 kilo, Melinite cinsinden patlayıcı bulunan bir saatli bomba yerleştirdim. Nihayet dün Cuma namazından önce arabayla Yıldız Sarayına geldik. Dikkati  çekmemek için arabaya iki de Ermeni Madam oturttuk. Sizi kapıda gördüğümüz an, bombayı 1 dakika 42 saniyeye kurdum! Ve arabayı terkettik. Gerisini biliyorsunuz.Dikkatle dinleyen Büyük Sultan tekrar sordu:-Şimdi size ne ceza vermemizi bekliyorsunuz?Jorris pişmanlıkla:-Ermenilere de, paralarına da lanet olsun!...Ölümü çoktan hak ettim...diyebildi.Abdülhamid Han:-Merak etmeyin...Sizi önce Âdil Osmanlı hakimleri muhakeme edecekler...dedi.Az sonra nöbetçiler, kiralık katil Jorris’i çıkarırlarken, Şeyhülislam Cemaleddin Efendi Huzura giriyordu:-Büyük geçmişler olsun Hünkarım... Allah sizi korudu... Ya o menfur suikaste kurban gitseydiniz ne yapardık!..diye üzüntülerini arzetti.Cihan Sultanı Abdülhamid Han gayet vakur, şu cevabı verdi:-Bu millet, binlerce Abdülamid çıkarır.

Abdulhamid in Askeri

Sultan İkinci Abdulhamid Han zamanında Cuma (Yıldız) suikastinin yaşanmasıyla  sarayın etrafında nöbet tutan askerlerin sayısını artırıldı.Padişahın askerlerden yapmasını istediği ilğinç bir olay vardı.Padişah sarayda nöbet tutan askerlerden belirli aralıklarla yüksek sesle bağırarak nöbet yerinde olduklarını bildirmelerini istiyordu.Padişahın isteğe üzerine askerler nöbet devrederken falanca filanca nöbeti devir alıyorum diye yüksek sesle nöbet alırlardı.arada sırada da Dur Kimdir O ! gibi çıkışlar yapıp Nöbet yerinde olduklarını bildirirlerdi.Bir gün Padişahın dikkatini bir ses çekti ve o sese kulak verdi yine bir nöbet değişimiydi ama nöbeti alanın sesi ile nöbeti verenin sesi aynı idi.Padişah Bu olaya şaşırır ve acil paşayı çağırır şurada ki nöbetçi asker kimdir iki seferdir aynı ses der.Buna paşada şaşırır ve derhal buraya getirin o askeri der.Asker gelir Padişahın huzuruna ve Abdulhamid Han sorar kaç saattir nöet tutuyorsun diye asker 1,5 saattir der.Neden nöbetini devretmedin saatte bir değişmiyormusunuz siz diye sorar.Asker utanarak şöyle der nöbeti devredeceğim arkadaşım İhtilam olmuş bu şekilde Müslümanların Halifesinin nöbetini tutamam. sen benim yerime tutarmısın bidahaki sefere de ben senin kini tutarım dedi bende kabul ettim efendim der.Bu olay Padişahı çok etkiler ve sabah olunca o askeri yanına çağırır ve bu ince düşüncesi için teşekkür eder.

4 Ocak 2015 Pazar

Sultan Ahmet in hayali ve korkusu

Sultan I.Ahmet, henüz 14 yaşında iken Osmanlı tahtına ( 1603 tarihinde) 14.hükümdar olarak oturmuş ve 14 yıl saltanat sürdükten sonra 1617’de 28 yaşında vefat etmiştir.
Sultan I.Ahmet’in dindar bir padişah olduğu bütün kaynaklarda ifade edilmiştir. En büyük hayali dedeleri gibi büyük bir eser yaptırmaktı.Bütçesini kendinin bizzat temin ettiği bir vakıf kurdu ve Mimar Sinan ın öğrencisi olan Sedefkar Mehmet Ağa ya emir verdi.4 OCAK 1610 yılında Temeline ilk kazmayı bizzat Sultan Ahmet Han kendi vurdu. Bu kazma bugün Topkapı Sarayı müzesindedir. Temel kazmaya başlanınca ilk önce Sultan Ahmet Han eteğiyle toprak taşıyarak ''Ya Rab Ahmet kulunun hizmetidir...''diye dua etti. Caminin tamamlanması 9 Haziran 1617 dir. Böylece inşaat 7 yıl 5 ay 6 gün sürmüştür.  
Cami yapımı devam ederken 1.Ahmet hep bir düşünce bir korku içindeydi sebebi yapılan caminin hemen karşısında bulunan Ayasofya idi.Bu kadar zahmetle yapılan bir eser Ayasofya gibi tarihi degeri olan eserin karşısında yeteri kadar cemaat bulabilecekmiydi. Nitekim öyle oldu ilk zamanlar dolu olan Sultanahmet Cami zamanla çok az cemaatle namaz kılınmaya başladı.Bunu gören Sultan çözüm aradı ve vezirinin verdiği akılla Mısırda bulunan Peygamber Efendimiz (s.a.v.) in kutsal emanetlerini çerçeve içerisinde Sultanahmet Cami mihrabının hemen yanına koydurdu.Cami cemattle doldu ama bir gece rüyasında Peygamber Efendimiz (s.a.v) gördü ve emanetin sahibi senden şikayetçi olduğunu bu yaptığın hiç doru olmadığını ve emanetin yerine iade edilmesini istedi.Sultan Ahmet istemeyerekte olsa emanetleri aldığı yere geri gönderdi.Emanetler arasında bulunan Efendimiz (s.a.v) in ayak izinin birebir kopyasını yaptırdı.Eyüp Sultan türbesine koydurdu. Padişahın talimatıyla Sultanahmet  cami mihrabının yanında boş çerçeve ise hala durmaktadır.                                                             

                 
Sultan Ahmet Han hastalığı sebebiyle caminin tamamlanmasından kısa bir süre sonra,daha külliye binaları tamamlanmadan vefat ederek caminin dış avlusunun kuzeydoğu köşesinde yaptırılan türbede defnedilmiştir.

Sadakanın bereketi

Bir gün Bir dilenci Hz.Ali (r.a) nin kapısına geldi.ALLAH rızası için para istedi. Hz. Ali oğluna "Annene git, kendisine verdiğim 6 dirhem paradan 1 tanesini versin de şu fakire verelim " dedi.Oğlu gidip döndükten sonra, "Annem o 6 dirhemi un almak için sakladığını söylüyor" dedi. Bunun üzerine Hz.Ali "Bir insan kendinde olandan çok ALLAH ta olana güvenmezse gerçek iman sahibi sayılmaz.Git annene söyle 6 dirhemin hepsini göndersin" dedi. Hz Fatıma (r.a) paranın hepsini gönderdi. Hz.Ali de o paranın hepsini fakire verdi.O sırada adamın biri,satılık bir deveyle oraya geldi. Hz.Ali "Deveyi kaça satıyorsun?" dedi. Adam "140 dirhem" dedi. Parasını sonra vermek şartıyla bana satarsan kapıma bağla dedi ve adam olur deyip deveyi Hz Ali nin kapısına bağladı ve gitti.Adam gittikten sonra bir başkası geldi.Devenin satılık olduğunu öğrenince Hz.Ali ye Kaça satıyorsun dedi ve Hz.Ali 200 dirhem dedi.Adam hemen 200 dirhemi Hz Ali ye verdi ve deveyi satın aldı. Hz Ali 140 dirhemi deveyi aldığı adama götürdü ve geriye kalan 60 dirhemi karısı Hz Fatıma (r.a) verdi.Hz Fatıma şaşırdı ve  Hz Ali ye sordu."Bu nedir?" Hz Ali şöyle cevapladı."ALLAH ın bize Kur-an da vaat ettiği karşılıktır bu: Kim bir iyilikle gelirse ona on katı vardır" dedi.ve bu para bizim 6 dirhemlik iyiliğimizin karşılığıdır dedi.

3 Ocak 2015 Cumartesi

Pazar_günü_nasil_tatil_oldu.


Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyet i Batılı devletlerle olan münasebetlerini geliştirmesi için takvim ve ölçülerin de düzenlenmeye gitti. 26 Aralık 1925 tarihinde çıkarılan bir kanunla çağdaş dünyanın kullandığı Milâdi Takvim kabul edildi.4 gün sonra 1 Ocak 1926’dan itibaren de uygulandı. Yine aynı tarihte uluslararası saat kabul edilerek gün, gece yarısından başlatıldı ve yirmidört tane saat birimine ayrıldı.
Osmanlı ülkesinde uzunluk ve ağırlık ölçüleri de geleneklere göre düzenlenmişti. Okka, arşın, endaze, kile vb. yörelere göre değişen ölçülerin kullanılması ekonomik hayatta bazı karışıklıklara neden oluyordu. 1931 yılında kabul edilen bir kanunla metre ve kilo sistemi getirilerek ticaret ve ekonomi alanlarında işlemler kolaylaştırıldı. Yurdun her tarafında düzenli bir ölçü sistemi kuruldu.
Batılı ülkeler pazar günü tatil yapmaktaydı. Türkiye’nin bu ülkelerle ekonomik ilişkileri gelişmekte olduğundan hafta tatilinin yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. 1935 yılında alınan bir kararla pazar günü hafta tatili oldu.
pazar günü nasil tatil oldu
pazar gününün tatil edildiği tarih

Hz Eyyûb e gelen mujde;

Hz Eyyûb (a.S.) şehrin dışında bir kulübede yaşıyordu.Bir gün hanımı yiyecek aramaya çıkmıştı.İkindi vakti Cebrail (a.s.) geldi." Ey Eyyub, ALLAH Teala bela verdi sabrettin.Şimdi sana Sıhhat ve nimet vereceğinin müjdesini getirdim." dedi. Sonra ona yapması gerekenleri söyledi dedi ki; "Ayağını yere vur!" (Sa'd 38/42) Eyyub (a.S.) Ayağını yere vurdu.Ayağını vurduğu yerden İki su pınarı fışkırdı.Biri sıcak şu diğeri ise soğuktu.Sıcak su ile yıkandı.Soğuk sudan içti ve sıhhat bulup iyileşti.Bir muddet sonra hanımı eve döndü.Kocasını tanıyamadı.Kaybolduğunu sandı.Feryat figan dışarı çıktı ve ağladı."Bu kadar sıkıntı çektim! Sonra o hazineyi elden kaçırdım." Diye ağlıyordu.Eyyub (a.S.) ise onu seyrediyordu.Cebrail (a.S.)  Hz Eyyub e " Ey Eyyub, zevceni çağır, gönlünü al, onu üzme" dedi.Bunun üzerine Eyyub (a.S.) hanımını çağırıp durumu anlattı.Her ikisi birden sevinç göz yaşlarıyla anlaştılar.

Çanakkalede en genç Şehit ve en çok Şehit veren İlimiz.

1.Dünya savaşı sırasında düşmana geçit vermeyen Çanakkale cephemizde tam 4 yıl süren uzun çatışmalar yaşanmış bunun sonucunda rakamı hala netlik kazanamayan tam 250 Bin civarı askerimiz şehit düşmüştür. Anadolu nun bütün şehirlerinden şehit verilmiştir.Milli Savunma Bakanlığının yayınladığı bilgiye göre Çanakkale de en çok şehit veren ilimiz BURSA dır.Tam 3737 şehit vermiştir. Çanakkale savaşında en küçük yaşta şehit olan askerimiz ise Çankırı nın Korgun İlçesi Maruf köyünden  Doğum yılı 1902,Ölüm tarihi 6 Ağustos 1915 Abdullah oğlu MEHMET  tir.Evet tam 13 yaşında Şehit olmuştur.Detaylı bilgileri Bakanlığın sayfasından edinilen resimde gösterilmektedir.Tüm illerin Şehit listesine ulaşmak için http://www.msb.gov.tr/arsiv/phpscr/Sehitler.php adresinden de inceleye bilirsiniz.Şehit lerimize ALLAH tan rahmet diliyoruz. Mekanları CENNET olsun..

1 Ocak 2015 Perşembe

Sultana sadık olmak.(Gazneli Sultan Mahmut ve Ayaz)

   Sultan Mahmut bir gün ava çıkar.Avının peşinden giderken yolu bir Türkmen köyüne düşer.Kan ter içerisinde bir kapıyı çalar, kapıyı bir delikanlı açar,bir bardak su ister.Delikanlı Sultan Mahmut u tanımıştır.Baş üstüne Sultanım.Yalnız evde hiç su yok.Babam pınara kadar gitti gelmek üzeredir.Şurada biraz soluklanın der ve Sultanı bir süre lafa tutar.Bi zaman sonra bu delikanlı içeri girer ve bir kase içerisinde ter temiz su getirir.Sultan;sen bana "Evde su yok" demiştin.Şimdi getiriyosun.Neden diye sorar.Delikanlı, Sultanım benden su istediğinizde çok terliydiniz.Eğer o anda su verecek olsaydım, bu su sağlığınıza zarar verebilirdi.Sizi biraz beklettim,terinizi soğuttum.Bu yanıt Sultanın çok hoşuna gider.Adın ne senin der, Delikanlı Ayaz diye cevaplar.Ailesininde onayını alarak Ayaz ı saraya götürür.Yeni elbiseler verilir.Ayaz eski elbiselerini atmaz,bir odaya kilitler ve her gün bu odaya girerek;Ey Ayaz! Bu eski elbiseler senindir.Eski durumunu gör ve gururlanma diye kendini denetler.Ayaz Sultanın en yakın yardımcısı olmuştur.Bu durum çevresindekileri kıskandırır.Onu gözden düşürmek için çeşitli oyunlar hazırlanır.Bir gün Sultana;Sizin çok fazla güvendiğiniz Ayaz ın bir odası var.İçinin altın,gümüş ve değerli taşlarla dolu olduğu söyleniyor.Ayaz buraya kimseyi sokmuyor.Kapısını her zaman kilitli tutuyor diye şikayette bulunurlar.Sultan Ayaz a güvenir ama bunu söyleyenlere ders vermek için; Pekala gidin odasını açın Altın Gümüş ne varsa getirin der.Adamlar Ayazın odasını didik didik ederler fakat odasında eski kıyafetlerinden başka bir şey bulamazlar.Büyük bir utanç içinde Sultan dan bağışlanmalarını isterler.Sultan Siz Ayazdan af dileyin sizi af edecek o der.Ayaz çağırılır.Ayaz şu cevabı verir."Güneş varken yıldız görünmez" Siz varken Benim yargıda bulunmak ne haddime der.Bunun üzerine Sultan divanı toplar.Ortaya çok değerli bir mücevher getirilir.Sultan Vezire sorar bunun değeri nedir? Vezir yüz katır yükü altın dır der.Sultan kır öyleyse der.Vezir bu değerli mücevheri nasıl kırarım, gönlüm buna razı olmaz der.Sultan kimseye mücevheri kırdıramaz.Sıra Ayaz a gelir.Sultan kır onu der, Ayaz hiç düşünmeden mücevheri alır yere çarpar.Mücevher tuzla buz olur.Orada bulunan herkes Ayaz a nasıl yaparsın,büyük bir serveti nasıl parçalarsın der.Ayaz Ey vezirler,emirler! Sultanım ın buyruğu mu daha üstün, mücevherin değerimi? Benim gözüm Sultanımdan başkasını görmez.Taş parçasını seçip Sultanın buyruğunu yerine getirmeyen adamdan hayır gelmez.Sultan Askerlere alın şunları,götürün ve cazalandırın der.Bana Vatanına Sultanına sadık adamlar lazım der.

Osmanlıda_MEHMET_isminin_önemi

Osmanlı Devletinde en çok kullanılan isimlerden birisi MEHMET tir.Devlet yöneticileri ve Padişahlar bile Mehmet ismini kullanmıştır.Tam 6 tane Sultan Mehmet vardır.1.Çelebi Mehmet,Fatih Sultan Mehmet,3.Mehmet,4 Mehmet, 5 Mehmet Reşad ve son Padişah 6. Mehmet Vahdettin dir. Padişahlar Peygamber (s.a.v.) efendimizin ismine de kendisine olduğu gibi aşıktılar. Peygamberimizin ismini kendi çocuklarına koymak istediler fakat düşmanlarının çok olması isminin kötü olarak anılmak istememesinden dolayı MUHAMMED ismini küçük bir değişikle MUHEMMED olarak kendi çocuklarına koymuşlardır.Zaman içerisinde MUHEMMED ismi de küçük bir kısaltmayla MEHMET olmuştur.Her birine ALLAH (c.c.) rahmet eylesin.

Çanakkale_Anıtı_Gerçeği

Çanakkale savaşında hayatını kaybeden 253.000 Türk askeri şehitlerimiz anısına yapıldı.Fakat bu anıtın yapılışının ilginç bir hikayesini sizinle paylaşmak istiyorum.Fransızların anıtı,Anzakların mezarılığı,İngilizlerin ve Müttefiklerin ortak anıtı HELLES Anıtı yapılmıştı.Bu anıtın yapım tarihi 1924 dür.Bu tarihte bunlar yapılırken bizim 253.000 Şehidimiz için hiç bir çalışma yoktu.Çanakkaleye yapılan en son eser bizim Çanakkale anıtıdır.yapımı bile olay olmuştur.1954 yılında yapımına karar verildi.Yapımı tam 6,5 yıl sürmüştür.Anıt için denizden gelenlerinde görebilmesi için Yüksek bir eserin yapımına karar verilmişti.Yapımına başlanan eser 4 ayak üstüne yapılacak ve üzerine temsilen şehid askerimizin heykeli konacaktı.Ayaklar yapıldıktan sonra yüksekliğinin Helles anıtının yüksekliği geçeceği anlaşılınca Anıtın yapımı durduruldu.Yeni bir siyasi kriz çıkmaması için anıt bu şekilde bırakıldı.
Yarım kalan bu eser hala Çanakkale de şehidlerimizin anıtı olarak ayaktadır.